22 Temmuz 2008 Salı

‘‘Abi, Dündar Kılıç ve Kabadayılık Efsanesi’’

Kendi koyduğu kurallarla kendine özgü bir yeraltı dünyası gerçeği oluşturan, kimi zaman ‘‘Robin Hood,’’ kimi zaman da acımasız bir katil olarak nitelendirilen birisiydi.
12 Mart'ta İlhan Selçuk'tan solculuğu öğrendi. 12 Eylül'de ise özenle kurduğu imparatorluğun yerle bir edildiğini gördü. Gazetecilerden, polislerden, Mitçi'lerden, işadamlarından yakın dostları vardı. Hilton'u bastığı, kızkardeşinin peşine düşen bir delikanlının kulağını kesip eline verdiği anlatıldı dilden dile. İsmi etrafında giderek bir efsane oluştu bu nedenle. Adı Dündar Kılıç'tı ve yakın tarihimizin farklı bir açıdan tanığıydı. Önceki gün piyasaya çıkan Doğan Yurdakul'un yazdığı ‘‘Abi, Dündar Kılıç ve Kabadayılık Efsanesi’’ isimli kitap, işte bu ‘‘efsane’’yi anlatıyor bütün çarpıcı detaylarıyla.

Neden Dündar Kılıç'la ilgili bir kitap yazma gereği hissettiniz, sizin için cazip olan tarafı neydi Kılıç'ın?
-Bunun birden fazla yanıtı var. Birincisi çok ilginç bir kişiliği, merakla okunacak renkli ve hareketli bir yaşamöyküsü olması. Hayattayken sık sık gazetelerin birinci sayfalarında yer almış bir kişilik. İkincisi, yeraltı dünyasının ‘‘kabadayılık’’ döneminin en önemli simgesi olmasının yanında, ‘‘mafya’’ dönemine geçişte de önemli bir isim olduğu için, bu ilişkilerin ‘‘yakın tarihini’’ inceleme kolaylığı sağlıyor. Üçüncüsü ve en önemlisi de devlet içindeki bazı güçlerin yeraltı dünyasıyla ilişkilerinde önemli bir yeri var. Dündar Kılıç, 1970'li yılların sonlarıyla 1980'li yılların başlarında devletin güvenlik güçleri içinde çatışan iki kutuptan birine çok fazla yaklaşmıştı. Bunun bedelini de ağır ödedi. Aleyhinde ‘‘tertip’’ bir dava açılıp idam talebiyle yargılandı, dört buçuk yıl askeri cezaevinde yattıktan sonra beraat etti. 1984 yılında tutuklandığında sırf bu amaçla sorgulandı ve alınan ifadeleri çatışan kutuplardan biri tarafından ötekine karşı kullanıldı. 1987 yılındaki ünlü ‘‘MİT Raporu’’nun önemli kaynaklarından biri de, Dündar Kılıç'ın bu ifadeleridir. Bu açıdan bakacak olursak, ‘‘Abi’’ kitabını,‘‘Reis’’ ve ‘‘Bay Pipo’’ kitaplarının bir devamı veya tamamlayıcısı sayabiliriz.

70 TANIKLA GÖRÜŞTÜ

Kitabı yazarken nasıl bir yöntem izlediniz?
- Önceden kronolojik sıralamaya göre yapılmış bir planım vardı. Araştırma safhasında, bu planı gözönünde bulundurarak, adlarının geçmesini istemeyenleri de sayarsak 70'e yakın tanıkla görüştüm. Konuyla ilgili ulaşılabilecek bütün yazılı kaynaklara ve belgelere ulaşmaya çalıştım. Birinci cildi yayınevine teslim ettikten sonra bile beni arayıp bilgi verenler vardı. Artık onlara ikinci ciltte yer verebileceğim.

AVCIOĞLU’NUN YEĞENİ

Doğan Avcıoğlu'nun akrabası olmanız araştırmalarınızda kolaylık sağladı mı?
-Doğrudan bir yararı olduğu söylenemez, ama onun arkadaşlarından Dündar Kılıç'ı tanıyanlarla görüşmeler yaptım. Sadece onun değil, gazetecilik yıllarımda kurulmuş sağlam dostlukların da, daha önce ilgi görmüş kitapların yazarlarından biri olmamın da yararlarını unutmamak gerek.

Solda yer alan bir kişi olarak, bir mafya babasının hayatını yazmak, herhangi bir rahatsızlık duygusu uyandırdı mı sizde?
-Bir yazarın, objektif kalmaya azami titizliği gösterdikten sonra hiçbir konuyu yazmaktan rahatsızlık duyacağını sanmıyorum. Bu bakımdan meselenin solculuk veya sağcılıkla bir ilişkisini kuramıyorum. Bu konunun, tarihe kayıt düşülmesi gereken önemli bir konu olduğunu düşündüm ve o amaçla yazdım. Okuyucuların benim siyasi kimliğimle değil, kitapta yazılanlarla ilgileneceği kanısındayım. Kaldı ki, ‘‘solda yer alan’’ bir çok yazar, Dündar Kılıç'ın kendine özgü ‘‘popülist’’ ve ‘‘hümanist’’ görüşleri olan, değişik türden, nesli tükenmiş bir kabadayı olduğunu söylemektedir.
- Adınız?
- Dündar.
- Soyadınız?
- Ali Kılıç.
- Doğum yeriniz?
- Trabzon, Sürmene ilçesinin Baştımar Köyü.
- Doğum tarihiniz?
- 1935.

Dündar Kılıç, TBMM Susurluk Komisyonu'nun 19 Şubat 1997 Çarşamba günkü oturumunun açılışında Başkan Mehmet Elkatmış'ın sorularını böyle yanıtlıyordu. Ama ne ilk ifade verişiydi bu Kılıç'ın, ne de son olacaktı. Çünkü, 64 yıllık hayatı boyunca tam 38 kez tutuklanmıştı. 1999'da öldüğünde, arkasından üzülenler kadar sevinenlerin de olması doğaldı bu nedenle. Sürmene'nin komünistleriyle ünlü (TKP lideri Zeki Baştımar bu köydendir,) Baştımar Köyü’nde başlayan hayat, İstanbul'un yeraltı dünyasına kadar sürüklemişti onu.

MAFYA BABASI MI, KABADAYI MI?
Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk'a göre, ‘‘Mafya babası değildi, kabadayıydı.’’ Kendisi de benimsemişti bu tanımı aslında. Oğlu Cenk'e hapishaneden gönderdiği mektupta, hafif sol bir jargonla şöyle diyecekti çünkü: ‘‘Düzen kahpe, biz kabadayıyız. Gangster başka, mafya babası başka, kabadayı başka. Kabadayı sever, sayar, hümanisttir. İnsan sevgisinden başka şey tanımaz.’’ 1992 yılında, ‘‘Kırmızı Koltuk’’ programında Engin Ardıç ile Meriç Köyatası'nın sorularını cevaplandırırken de aynı olgunun altını çizecekti: ‘‘Bütün dünya ülkelerinde, bilhassa demokrasi ülkelerinde mafya teşkilatları vardır. Türkiye'de de vardır, ama mafya kimdir, işte bu tartışılır. Mafya bir teşkilat olayıdır. Mafyanın Meclis'te milletvekilleri olur, bakanları olur, polis müdürleri olur, her kesimi, hatta fahişeleri bile olur. Bu teşkilatlara sahip olan insanlardır mafya. Ama kabadayılar halkın bağrından kopmuştur. Bu kelime yıllardır rahatsız ettiği halde yine de halka hizmet ve emek verdiğimiz için mutluyum. Hangi kabadayı nerede devletin kasalarına el uzatmış veyahut kötü bir faaliyet göstererek bir kimsenin para karşılığında canını yakmış, veya bir yerde kiralık katil olmuş?’’ 68'in gençlik liderlerinden Sürmeneli hemşehrisi ve arkadaşı Bozkurt Nuhoğlu da pek farklı düşünmemektedir aslında: ‘‘Kabadayı olmasaydı devrimci olurdu. Karadenizliler çok ilginç insanlardır. Dündar Sürmeneli'dir. En ciddi komünistler de oradan çıkmıştır.’’ İlk kez 14 yaşında sabıka kaydı yapılan, ömrünün 21 yılı hapishanelerde geçen Kılıç'ın hayatı, devletin de toplumun da ibret alması gereken ayrıntılarla yüklü... Özellikle, içinde yaşadığımız günlerde...

MADANOĞLU’NA RAKI İKRAMI
Dündar Kılıç, Davutpaşa'ya Madanoğlu'ndan önce gitmişti ve o gelene kadar 'düzenini' kurmuştu ki, paşayı koğuşunda‘‘Hoşgeldiniz, bir emriniz var mı?’’ diyerek karşıladı. Gerisini Madanoğlu anlatıyor:‘‘Askeri Cezaevi'nde ilk gün: Gösterilen koğuşa gittim, sigaramı yaktım. Oradan buradan 'geçmiş olsun' sesleri. Öğleden sonra olmalıydı. Orta yaşlarda bir adam gelip önümde durdu.‘Paşam’ dedi,‘duyduğuma göre siz akşamüstleri aperatif alıyorsunuz. Burada size hizmet etmek istiyorum. Acaba ne zaman emredersiniz?' Kimdi bu adam? Benimle dalga mı geçiyordu? Askeri Cezaevi'nde değil miydik yoksa? Başımı kaldırdım, yüzüne dikkatlice baktım. Adam bayağı ciddiydi. Köyünde veya mahallelerindeki bir oturmada dışarıdan gelen bir konuğunu ağırlayan varlıklı biri gibi içten ve rahattı. Daha fazla üzülmesine dayanamadım, ‘Akşama doğru' dedim,‘bir duble rakı, biraz salatalık yeter!' Bir yandan da düşünüyorum. Bu nasıl iş? Bu ünlü cezaevinde bir sivil tutuklu, emekli bir korgenerale rakı ikram edecek? Doğrusu merak etmeye başlamıştım. Derken vakti kerahat geldi ve bizimki elinde küçük bir tepsiyle göründü. Ne istediysem, ne beklediysem hepsi işte karşımdaydı. Tepsiyi yanımdaki küçük masaya indiren genç irisi adamı bileğinden tutup yanıma oturttum.‘Söyle bakayım' dedim,‘kimsin sen?' Kabadayı tarafını zarif bir şekilde saklamasını bilen bu adam, iki elini göbeğinin üstünde kavuşturdu: ‘Benim adım Dündar Kılıç efendim' dedi.’’

KİTAPTAN
Bayağı münevver bir kabadayı
Kılıç'ın Erol Simavi ile ilişkileri inişli çıkışlı bir seyir izler. Daha sonra araları bozulsa da, ilk gün olumlu bir tesir bırakır Simavi üzerinde. Simavi, şöyle anlatacaktır bu tanışmayı: ‘‘Taşlık Gazinosu'nun kapalı kısmında oturuyordum; garson bana bir kart getirdi. Üzerinde Dündar Kılıç yazıyordu. Arkasında da nefis diyebileceğim bir kaligrafi ile yazılmış,‘Muhterem Beyefendi, zat-ı álinizle görüşmek istiyorum' yazısı. Garsona,‘Yanımda eşim var, uzun sürebilir, ne konuşacak bilmiyorum; yarın akşam üzeri, saat 18.00 gibi Divan'ın barında buluşalım' dedim. Dediğim saatte geldi. Zaten gazetelerdeki fotoğraflarından tanınıyordu. Çok adı geçerdi. Yok gangsterdi, yok kabadayıydı; yok şunu asmış, kesmiş. Bana ‘Ağabey, benim bir kere adım çıkmış, ama yardıma ihtiyacım var. Yine kötü yola düşmek istemiyorum' dedi. Kartın arkasındaki kaligrafiyi sordum.‘‘Benim yazım’’ dedi. O sıralarda klasikler yayımlayan Varlık Yayınları'nın kitaplarını muntazaman okurmuş. Baktım adam bayağı münevver bir kabadayı.’’
Halk düşmanlarına karşıyım abi
Dündar Kılıç, 1971 yılında Maltepe Askeri Cezaevi'ne geldiğinde, bildiği eski hapishane álemlerinden farklı bir álemle karşılaşacaktı. Çünkü içeride 'siyasiler' vardı. İlhan Selçuk, hapishanede tanıdığı Dündar Kılıç'ı şöyle anlatacaktır:‘‘Dündar başkaydı. Onu ayırmak lazım, Dündar külhanbeyi değildi, kabadayıydı. Yani bu kavramlar arasında fark var. Dündar'ın ölümünün arkasından 'son kabadayı' denmesi doğruydu. İnsan nabzından anlayan, bayağı lider vaziyetinde bir adamdı. Başka koğuşlardaydık. Dündar en büyük koğuştaydı, devrimci öğrencilerin bulunduğu koğuşta. Onlarla uyum sağladı. Onunla hiçbir problem çıktığını sanmıyorum. Kendisini haksızlığa başkaldıran bir Robin Hood gibi gördüğü için, zaten daha önce Yılmaz Güney'le ilişkileri de bu racon üzerine kurulu olduğu için, koğuşta çocuklarla gayet iyi ilişkiler içine girmişti. Bütün devrimciler ona 'abi, abi' dediler. Çocuklar onun öykülerini dinliyorlardı, onu seviyorlardı, ağırlıyorlardı. Devrimci gençlerin gözdesiydi, daha o zamandan tarazlanan kısık sesiyle, ‘Halk düşmanlarınına karşıyım abi’ diyordu...

Umutsuzlar’da başrol!
Kürt İdris'in ifadesine göre, Dündar Kılıç'la Yılmaz Güney, ‘‘günde iki yüz tane mermi yakacak’’ ölçüde ‘‘zaman içinde iyice kaynaşmışlardı.’’ Bu arkadaşlık, daha sonra Yılmaz Güney'in senaryosunu yazıp yönettiği filmlere de yansıyacaktı. Bilhassa, ünlü ‘‘Umutsuzlar’’ filminin kahramanı, Dündar Kılıç'ın ta kendisi olmasa da, ondan önemli izler taşımaktaydı.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Tek Kare: Ara Güler


Ömer Lütfi Akad

Türk sinemasının "koca çınarı" olarak bilinen Akad, Fransız Sainte Jeanne d'Arc Okulu, Galatasaray Lisesi, İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu Maliye Bölümü'nü bitirdi. Tiyatro ve sinema yazıları yazdı. Sema Film'de mali danışmanlık ve yapım yönetmenliği yaptı. 1947 yılında Seyfi Havaeri'nin Damga filminde yönetmenliğe başladı. 1948 yılında Vurun Kahpeye ile başladığı yönetmenliğini halk masalları uyarlamalarıyla sürdürdü, polisiye filmleriyle sinema dilini geliştirdi. Kendinden önceki sinemacılardan farklı olarak sinema tekniği ve diline yeni bir anlayış getirdi. Belgeseller çekti, senaryo yazarlığı yaptı.Işıkla Karanlık Arasında adlı Deneme Biyografisini yazdı. Türk sinemasının başlangıç ve gelişim kesitinin görülebildiği ilginç bir denemedir.

Türk sinemasında tiyatro geleneğinden sinema tekniğine geçiş Lütfi Akad'la başladı. Çeşitli türleri denedi. Masal (Tahir ile Zühre-1951), polisiye (Kanun Namına-1952), macera (İngiliz Kemal Lavrens'e Karşı-1952), müzikal (Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar-1953), melodram (Kalbimin Şarkısı-1955), güldürü (Cilalı İbo'nun Çilesi-1957), belgesel (Tanrı'nın Bağışı Orman-1964), Anadolu folkloru (Kızılırmak Karakoyun-1967), aşk (Vesikalı Yarim-1968), şarkı (Bir Teselli Ver-1971).

Başyapıtı bir üçlemedir: Gelin (1973), Düğün (1974), Diyet (1975). Gelin'de Yozgat'tan İstanbul'a göçen bir ailenin büyük şehirde ezilmesini, Düğün'de Şanlıurfa'dan gelen bir ailenin yine şehirle mücadelesini ve dağılmasını, Diyet'te ise emekçilerin dramını anlattı.

1970'lerin sonunda televizyon filmleri çekti. Topuz, Ferman, Pembe İncili Kaftan, Diyet, Bir Ceza Avukatının Anıları, Dört Mevsim İstanbul.


Ö.Lütfi Akad Anlatıyor;
“adapazarı’na gitmeye hazırlanıyorduk. gitmeden önce bazı siparişler vermek üzere biriyle buluşmam gerekiyordu. birden, üstümün başımın pek güven verici olmadığını fark ettim, özellikle ayakkabılarım çok kötü durumdaydı. taksim sineması’nın (şimdi devlet tiyatrosu’nun bulunduğu bina) uzun duvarı boyunca art arda dizili ayakkabı boyacılarına doğru hızla yürüdüm, az vaktim vardı, en öndekinin sandığına ayağımı koydum. ‘çabuk usta, şişir, acelem var’ dedim. boyacı başparmağı ile arkayı gösterdi. ‘arkadaki arkadaşa geç beyim’ dedi. ‘neden, ne oluyor’ dedim. ‘ben ayakkabı boyarım’ dedi adam, ‘bu benim işim, şişirme istiyorsan arkaya geç’. bir an kalakaldım. bütün alacağı yirmi beş kuruştu, bir liranın dörtte biri. ayağımı sandıktan çekmedim. ‘buyur, bildiğin gibi boya’ dedim, ‘hakkını ver’. beni bekleyen sonsuza kadar bekleyebilirdi, ben burada hayatımın dersini alıyordum.”
Lütfi Akad, Işıkla Karanlık Arasında, sayfa 24.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2004

Filmografisi
Vurun Kahpeye 1948
Lüküs Hayat 1950
Tahir ile Zühre 1951
Arzu ile Kamber 1951
Kanun Namına 1952
İngiliz Kemal 1952
Altı Ölü Var 1953
Katil 1953
Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar 1953
Bulgar Sadık 1954
Vahşi Bir Kız Sevdim 1954
Kardeş Kurşunu 1954
Görünmeyen Adam İstanbul'da 1954
Meçhul Kadın 1955
Kalbimin Şarkısı 1955
Ak altın 1956
Kara Talih 1957
Meyhanecinin Kızı 1957
Zümrüt 1958
Ana Kucağı 1958
Yalnızlar Rıhtımı 1959
Cilalı ibo'nun Çilesi 1959
Yangın Var 1959
Dişi Kurt 1960
Sessiz Harp 1961
Üç Tekerlekli Bisiklet 1962
Tanrı'nın Bağışı Orman 1964
Sırat Köprüsü 1966
Hudutların Kanunu 1966
Kızılırmak Karakoyun 1967
Ana 1967
Kurbanlık Katil 1967
Vesikalı Yarim 1968
Kader Böyle İstedi 1968
Seninle Ölmek İstiyorum 1969 [renkli]
Bir Teselli Ver 1971
Mahşere Kadar 1971
Vahşi Çiçek 1971
Yaralı Kurt 1972
Gökçe Çiçek 1973
Gelin 1973
Düğün 1974
Diyet 1975
Esir Hayat 1974

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Umutsuzlar (1971)

Kabadayı Fırat'la (Yılmaz Güney), balerin Çiğdem'in (Filiz Akın) aşk öyküsü "Bu yorgun mavi deniz, martılar ve vapur düdükleri hep o sessiz ve sıcak bakışlı adamı hatırlatmaz mı Çiğdem'e? Güldüğünü hiç görmediği, yüzünde binlerce kederin yaşayan izlerini taşıyan o adamı. Günlük gazetelere bakarken, içini ürperten gizli bir telaşla çevirirken sayfaları niye kokardı Çiğdem ve neden her sabah, her akşam aynı sıkıntıları, aynı heyecanları taşımaktan yorulmuş yüreği bir serçe yüreği gibi çarpardı. Korkusunun nedenlerini çok iyi bilirdi yakınları. Bir sabah, Çiğdem'in istemediği, fakat O'nu tanıyanların kaçınılmaz gördükleri bir sonun resimleriyle dolu olmayacak mıydı gazeteler? Su testisi su yolunda kırılmayacak mıydı? O'nun, o sıcak ve sessiz bakan, bakarken kaçınılmaz sonunu duyurtan hüzünlü sevgilinin ölmüş, kanlara bulanmış resmini görmeyecek miydi gazeteler?"


Filmden Diyaloglar
*Çiğdem Yeşim'e Fırat'ı ve onunla tanışmasını anlatır.
anlatırken eski günleri anımsar.
çiğdem: -sahneye çıkar çıkmaz gözlerim onu arardı. sonra bir gün gül gelmedi. ertesi gün ve daha ertesi gün yine yoktu o. sonraki gün güller geldi ama o gelmedi. ona öylesine alışmıştım ki, dayanamadım soruşturdum. aylarca gelip giden o sessiz bakışlı adamım kimdi... iki gün sonra öğrendim. hastanedeymiş. sırtından üç kurşunla vurmuşlar. kimliğini öğrenince şaşırdım. meğer bizim sessiz ve sıcak bakışlı adamımız istanbul'un gayri meşru işlerini çeviren büyük fırat'mış. hastaneye ziyaretine gittim, sevinçten gözleri doldu. kendisini aradığım için çok mutlu olmuş, teşekkür etti. ben, onun hayatında devamlı kanayan kırmızı bir gülmüşüm. konuşurken utanıyor, yüzü kızarıyordu. hiç güldüğünü görmedim. sanki yüzünde geçmişin bütün kederlerini taşıyordu. günler geçtikçe onsuz edememeye başladım. o benim için vazgeçilmez, uzağında yaşanamaz bir hale geliyordu. bir gün beni anasına götürdü. anası çok sevdi beni. boynuma sarılıp ağladı. yavrum, bu deli herife sahip çık, onu kurtarırsan sen kurtarırsın dedi. her an ölümün eşiğinde bir adamdı. belinde silahı, her an vurulmaya hazır, ölüme hazır yaşıyordu. yaşadığı hayat onu her an benden alıp götürebilirdi. onu kurtarmak, onu yaşatmak zorundaydım. benim hüzünlü ve kederli sevgilim ölmemeliydi. su testisi su yolunda kırılmamalıydı. kollarının sıcaklığında bir ömrü beraber bitirmeliydik. kırları, tahta masalı kahveleri severdi. ömrü hapislerde geçmiş. insanların hep kötü yanlarını görmüş. bazen ona çocuk masalları anlatırdım. gözlerini benden ayırmaz, sessiz, uslu, saatlerce dinlerdi. bir gün bana senin masallardaki iyi insanlar nereye gitti, dedi. hala yaşarlar dedim. "ben hiç görmedim" dedi...hiç bitmeyecek sandığımız mutlu günlerin ardından acılı günler geldi. yokluğuna alışmak zordu. bu acıya dayanmak, onu unutmak zorundaydım. aylar türlü sıkıntılarla geçti. onsuzluğa tam alışırken yeniden dönmesi hayatımı altüst etti. şimdi ne yapacağımı bilemiyorum...

*Kabadayı Fırat Arkalıklı Koltuğunda oturup, mafyalar arası anlaşmazlıkları çözümlemekte, sırası geldikçe de halkın dertlerine derman olmaktadır. içeri bir kadın girer ve feryat figan bir şeyler anlatmaya başlar. Fırat'ın yaverlerinden biri, "abi Ramazan yeniden kumara başlamış, karısı şikayete geldi. kundaktaki çocuğu hastaymış alacaklılar kapıda beklermiş. ramazan bir haftadır eve uğramıyormuş" der. bu arada kadın da makineli tüfek gibi konuşmaya devam etmektedir; tek anlaşılır cümlesi küçük kızının da büyüğü gibi orospu olmaya niyetlendiğidir. bunun üzerine Kabadayı Fırat raconu keser;
-Ramazan'ı bulun, beş bin lira verin; bu karıyı boşasın. bir daha da eve gitmesin. kızı da alıp yatılı okula verin, olacaksa okumuş orospu olsun.

*Çiğdem, Fıratın evine gelir kapıyı açar odada resmini görür delik deşik edilmiş. bakar bu kurşunlamış resme..
- sen gideli çok oldu çiğdem, sen gideli.. 467 gün oldu. her kurşun deliği 1 gün içindir.
-neye kurşun?- söküp atmak için, kurtulmak için belki lakin gördümki seni öldürme çabası boşmuş, sen ölmezmişsin 467 gün seni her gün kurşunladım. En son kurşunu alnında denedim öldüremedim ve anladım ki sensiz olmazmış.
***
Özetle Delikanlıya Notlar biçiminde bir filmdir Umutsuzlar... Raconlar, Hayat Dersleri...

Yönetmen
Yılmaz Güney
Yapımcı
İrfan Ünal
Senaryo yazarı
Yılmaz Güney
Oyuncular
Yılmaz Güney,Filiz Akın,Hayati Hamzaoğlu,Nihat Ziyalan,Memduh Ün,Tuncer Necmioğlu,Şükriye Atav,Kazım Kartal,Eriş Akman,Refik Kemal Arduman,Hikmet Taşdemir,Mehmet Büyükgüngör,Ceyda Karahan
Görüntü yönetmeni
Gani Turanlı
Yapım yılı, ülkesi
1971, Türkiye
Yapım şirketi
Akün Film

1 Temmuz 2008 Salı

Yazlık Sinemalar

Bir dönem, neredeyse her mahallede bir adet bulunan, akşamları topluca gidilen, gazoz ve çekirdeksiz film izlemenin neredeyse yasak olduğu yıllar. film aralarında çalan orhan gencebay şarkıları, birbirine sabitlenmiş tahta iskemlelerde filmi izlerken uyuya kalmış yaşlı teyzeler, sinema perdesini gören balkonlu evler (-ki benim açımdan dünyanın en şanslı insanlarıydı onlar) film izlerken bize eşlik eden yıldızlar, Yılmaz Güney'in vurdulu-kırdılı filmleri (ör:vurguncular)

Yukarıda belirttiğim açıklamalar yazlık sinemaların 1960-1980 döneminde öne çıkan belirgin temalarıydı.

Mahalle kültürünün büsbütün yok olmadığı, her çeşit insanın bir arada bulunduğu sınıf atlamanın, köşe dönmeciliğin erdem sayılmadığı yıllar... işte bizim de kendi payımıza yazlık sinemayla olan ilk tanışıklığımız Adana'da Sümer Mahallesinde ki o beyaz badanalı taşra sinemasında oldu. Şanssızlığımz ise son dönemlerine denk gelmiş olmamızdı, O döneme ait hangi değerler varsa siz onlara vurgunsunuz ve öyle yaşıyorsunuz ama o vurgun olduğunuz tüm değerler sizin ayaklarınızın altından akıp gidiyor... Bu anlamda bizim ve bizden önceki kuşakların ilk kayıplarından birisi Yazlık Sinemalar oldu, gerisi ise hepimizin malumu...

Zengin Mutfağı (1988)

Gençlik yıllarındaki pehlivanlığı ile övünen Lütfü Usta (Şener Şen), zengin işadamı Kerim Bey’in evinde aşçıdır. Bir sabah kalktığında evde kimsenin olmadığını farkeder. Yanında çalışan kızın (Nilüfer Açıkalın), o gün nişanı vardır. Ama sözlüsü Selim de ortalıkta görünmez. O sırada gelen şoför Seyfi’nin ağabeyinden, işçilerin grev ve yürüyüş yaptığını, patronun - ne olur ne olmaz- diye Avrupa’ya gittiğini öğrenir. Selim’le genç kız nişanlanır. Ortam sakinleşir, Kerim Bey döner. Lütfü Usta, gelirken getirdiği eğitimli kurt köpeğine özel yemek pişirdiği için sinirlenir. İşsiz nişanlı Selim, evlenebilmek için ihtiyacı olan parayı bulma amacıyla kargaşa çıkaranları ihbar eder. Bunlardan biri Selim’i tanır. Öldürülmekten korkan Selim, Lütfü Usta’ya sığınır. Lütfü Usta’nın konuştuğu Kerim Bey, bu “muhbir vatandaş” genci özel bir kampa yollar. Selim döndüğünde değişmiş, havalı ve agresif biri olup çıkmıştır. Saldırgan ve huysuz kurt köpeğini ise Lürfü Usta zehirler. Bunu ancak anarşistlerin (?) yapacağını düşünen Selim araştırma yapar, nişanlısından şüphelenir. Kerim Bey iki köpek daha getirir. Genç kız ise Seyfi’den şüphelenildiğini sanır, ancak kendisi olduğunu anlar ve Selim’den ayrılır. Ahmet ve Seyfi gösteri yürüyüşlerine katılır. Lütfü Usta birgün gazetede Selim’le eski nişanlısının kavga ederken resmini görür. Eski pehlivanlığı depreşir. Bir kız kadar yürekli olmadığını düşünür. Köşkten ayrılsın mı, yoksa kalsın mı? Bu ikilemde öylece kalakalır..
_____________________________
Yönetmen
Başar Sabuncu
Senaryo Yazarı
Başar Sabuncu

Yapımcı
Türker İnanoğlu
Nahit Ataman

Görüntü Yönetmeni
Erdal Kahraman
Oyuncular
Şener Şen
Nilüfer Açıkalın
Oktay Korunan
Gökhan Mete
Osman Gören