13 Kasım 2008 Perşembe

Başka Semtin Çocukları (2008)

Çöplerin içinde bulunan bir ceset. İstanbul Gazi Mahalle'sinde işlenmiş bir cinayet. Öldürülen gencin ağabeyi Güneydoğu'da yaptığı askerliğini yeni bitirmiş, geri dönmekte! Kardeşinin katilini bulmak için harekete geçtiğinde cevaplanması zor sorularla dolu bir başka savaşın içine sürüklenmektedir. Gerçeğin arayışı içinde iz sürerken, "kaybedilen" şeyin sadece kendi kardeşinin hayatı olmadığını görecektir.

Altın Portakal Film Festivali'nde Aldığı Ödüller
Behlül Dal Digitürk Genç Yetenek Jüri Özel Ödülü: Aydın Bulut
En İyi Sanat Yönetmeni:Türker İşçi
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü: Volga Sorgu Tekinoğlu

Yönetmen
Aydın Bulut

Senaryo Yazarı
Serkan Turhan
Aydın Bulut

Yapımcı
Serkan Turhan

Aydın Bulut

Müzik
Cem Yıldız

Görüntü Yönetmeni
Tolga Çetin

Oyuncular
Mehmet Ali Nuroğlu
İsmail Hacıoğlu
Volga Sorgu
Ertan Saban
Eyşan Özhim
Bülent İnal
Avni Yalçın
İpek Yaylacıoğlu
Özge Özder
Erkan Bektaş
Serkan Keskin
Taner Barlas
Bora Sivri
Filiz Ahmet
Rıza Kocaoğlu
Yıldırım Beyazıt
Evrim Alaysa
Gökşin Sanlav
Sercan Gidişoğlu
Necmettin Çobanoğlu
Didem Yıldırım
Ali İl
İsmail Dündar
İlker Kurt
Yiğit Kulan
Ushan Çakır
Ayla Özarslan
Ahmet Küçükali
Orkun Çerçi
Yalçın Kümeli
Zafer Yılmaz
Tuğçe Tamer
Erşan Özhim
Hüseyin Ar
Sadık Batı
İbrahim Coşkun
Ali Haydar Doğan
Şener Topal
Yağmur Bulut
Elif Özdoğan
Yapım
Bulut Film Ajans

3 Kasım 2008 Pazartesi

Ah Güzel İstanbul (1966)

Haşmet (Sadri Alışık), kuşaklar boyu İstanbul'da yaşamış gün görmüş bir ailenin çocuğudur. Yıllar geçtikçe değişen çağa ve çevresine uyum sağlayamamış, çalışmayı da pek sevmediği için ailesinden kalan servetini peyderpey kaybetmiş, eskiden oturdukları yalının harap bahçesinde bir gecekonduya sığınmış, bildiği tek iş olan sokak fotoğrafçılığı yapmaktadır. Bir gün artist olmak için köyünden kaçan Ayşe (Ayla Algan) ile katılacağı yarışma için fotoğraf çektirirken tanışırlar. Bu yalnız ve saf kıza acıyan Haşmet onu gecekondusuna getirir ve sokakta kalmaktan kurtarır. Günler geçtikçe Haşmet bu saf ama iddialı kıza yakınlık duymaya başlar, ancak bu arada bir rastlantı sonucu Ayşe gerçekten ünlü bir şarkıcı oluverir ve Haşmet'ten kopar.

ilk sahnesi, Sadri Alışık'ın monoloğuyla başlar. Gündüz Çorbacı Gece Meyhaneci Rıfkı'da sabah saatleri... uykulu uykulu, esneyerek çorbasını içer, ama daha çorba bitmeden yakar kibritiyle sipahi sigarasını ve başlar kim olduğunu bize anlatmaya: "bendeniz Haşmet İbriktaroğlu, dedemin dedesi osmanlı sarayında ibrikçibaşıymış. dedem paşa, amcam süferadan, babam da zengin bir hovarda, hem de tüccar. Beylerbeyi'nde bir yalıda dünyaya gelmişim. Validem daha ben bir yaşındayken yakışıklı bir zabitle kaçmış. Peder, içkide iki hanı, bir koca köşkü yemiş, bitirmiş. eh, servetin geri kalan kısmını da; ayıptır söylemesi biz batırdık. Tüccarlığın bir zamane sanatı olarak inceliklerini kavrayamadığımızdan birkaç işten anlamazın aklına uyup, birkaç madrabazın eline; çevirsinler diye para bıraktık. ah, iflasla beraber yalıyı da sattık. bir çul artmamacasına geriye kalan ne var ne yoksa; hepsini dağıttık. şimdi çok rahatız elhamdulillah. mütevazi bir meslekte karar verdik, geçinip gidiyoruz.

Film San Remo 'da 10.cu uluslararası Bordighera Gülmece Filmleri Şenliği 'nde "kara komedi" kategorisinde jüri özel ödülü olan "Gümüş Ağaç" ödülünü kazanmıştır.

Yönetmen
Atıf Yılmaz

Senaryo Yazarı
Safa Önal
Ayşe Şasa

Yapımcı
Nusret İkbal

Müzik
Metin Bükey

Görüntü Yönetmeni
Gani Turanlı

Oyuncular
Sadri Alışık
Ayla Algan
Feridun Çölgeçen
Danyal Topatan
Diclehan Baban
İhsan Yüce
Handan Adalı
Bilge Zobu
Muzaffer Yenen
Güngör Denizaşan
Ahmet Turgutlu
Asım Nipton
Erdal Özyağcılar
Hakkı Haktan
Lütfü Engin
Saadet Eliaçık
Uğur Say
Yusuf Çağatay

Ses Ekibi
Necip Sarıcıoğlu
Yapım
Be-Ya Film

22 Temmuz 2008 Salı

‘‘Abi, Dündar Kılıç ve Kabadayılık Efsanesi’’

Kendi koyduğu kurallarla kendine özgü bir yeraltı dünyası gerçeği oluşturan, kimi zaman ‘‘Robin Hood,’’ kimi zaman da acımasız bir katil olarak nitelendirilen birisiydi.
12 Mart'ta İlhan Selçuk'tan solculuğu öğrendi. 12 Eylül'de ise özenle kurduğu imparatorluğun yerle bir edildiğini gördü. Gazetecilerden, polislerden, Mitçi'lerden, işadamlarından yakın dostları vardı. Hilton'u bastığı, kızkardeşinin peşine düşen bir delikanlının kulağını kesip eline verdiği anlatıldı dilden dile. İsmi etrafında giderek bir efsane oluştu bu nedenle. Adı Dündar Kılıç'tı ve yakın tarihimizin farklı bir açıdan tanığıydı. Önceki gün piyasaya çıkan Doğan Yurdakul'un yazdığı ‘‘Abi, Dündar Kılıç ve Kabadayılık Efsanesi’’ isimli kitap, işte bu ‘‘efsane’’yi anlatıyor bütün çarpıcı detaylarıyla.

Neden Dündar Kılıç'la ilgili bir kitap yazma gereği hissettiniz, sizin için cazip olan tarafı neydi Kılıç'ın?
-Bunun birden fazla yanıtı var. Birincisi çok ilginç bir kişiliği, merakla okunacak renkli ve hareketli bir yaşamöyküsü olması. Hayattayken sık sık gazetelerin birinci sayfalarında yer almış bir kişilik. İkincisi, yeraltı dünyasının ‘‘kabadayılık’’ döneminin en önemli simgesi olmasının yanında, ‘‘mafya’’ dönemine geçişte de önemli bir isim olduğu için, bu ilişkilerin ‘‘yakın tarihini’’ inceleme kolaylığı sağlıyor. Üçüncüsü ve en önemlisi de devlet içindeki bazı güçlerin yeraltı dünyasıyla ilişkilerinde önemli bir yeri var. Dündar Kılıç, 1970'li yılların sonlarıyla 1980'li yılların başlarında devletin güvenlik güçleri içinde çatışan iki kutuptan birine çok fazla yaklaşmıştı. Bunun bedelini de ağır ödedi. Aleyhinde ‘‘tertip’’ bir dava açılıp idam talebiyle yargılandı, dört buçuk yıl askeri cezaevinde yattıktan sonra beraat etti. 1984 yılında tutuklandığında sırf bu amaçla sorgulandı ve alınan ifadeleri çatışan kutuplardan biri tarafından ötekine karşı kullanıldı. 1987 yılındaki ünlü ‘‘MİT Raporu’’nun önemli kaynaklarından biri de, Dündar Kılıç'ın bu ifadeleridir. Bu açıdan bakacak olursak, ‘‘Abi’’ kitabını,‘‘Reis’’ ve ‘‘Bay Pipo’’ kitaplarının bir devamı veya tamamlayıcısı sayabiliriz.

70 TANIKLA GÖRÜŞTÜ

Kitabı yazarken nasıl bir yöntem izlediniz?
- Önceden kronolojik sıralamaya göre yapılmış bir planım vardı. Araştırma safhasında, bu planı gözönünde bulundurarak, adlarının geçmesini istemeyenleri de sayarsak 70'e yakın tanıkla görüştüm. Konuyla ilgili ulaşılabilecek bütün yazılı kaynaklara ve belgelere ulaşmaya çalıştım. Birinci cildi yayınevine teslim ettikten sonra bile beni arayıp bilgi verenler vardı. Artık onlara ikinci ciltte yer verebileceğim.

AVCIOĞLU’NUN YEĞENİ

Doğan Avcıoğlu'nun akrabası olmanız araştırmalarınızda kolaylık sağladı mı?
-Doğrudan bir yararı olduğu söylenemez, ama onun arkadaşlarından Dündar Kılıç'ı tanıyanlarla görüşmeler yaptım. Sadece onun değil, gazetecilik yıllarımda kurulmuş sağlam dostlukların da, daha önce ilgi görmüş kitapların yazarlarından biri olmamın da yararlarını unutmamak gerek.

Solda yer alan bir kişi olarak, bir mafya babasının hayatını yazmak, herhangi bir rahatsızlık duygusu uyandırdı mı sizde?
-Bir yazarın, objektif kalmaya azami titizliği gösterdikten sonra hiçbir konuyu yazmaktan rahatsızlık duyacağını sanmıyorum. Bu bakımdan meselenin solculuk veya sağcılıkla bir ilişkisini kuramıyorum. Bu konunun, tarihe kayıt düşülmesi gereken önemli bir konu olduğunu düşündüm ve o amaçla yazdım. Okuyucuların benim siyasi kimliğimle değil, kitapta yazılanlarla ilgileneceği kanısındayım. Kaldı ki, ‘‘solda yer alan’’ bir çok yazar, Dündar Kılıç'ın kendine özgü ‘‘popülist’’ ve ‘‘hümanist’’ görüşleri olan, değişik türden, nesli tükenmiş bir kabadayı olduğunu söylemektedir.
- Adınız?
- Dündar.
- Soyadınız?
- Ali Kılıç.
- Doğum yeriniz?
- Trabzon, Sürmene ilçesinin Baştımar Köyü.
- Doğum tarihiniz?
- 1935.

Dündar Kılıç, TBMM Susurluk Komisyonu'nun 19 Şubat 1997 Çarşamba günkü oturumunun açılışında Başkan Mehmet Elkatmış'ın sorularını böyle yanıtlıyordu. Ama ne ilk ifade verişiydi bu Kılıç'ın, ne de son olacaktı. Çünkü, 64 yıllık hayatı boyunca tam 38 kez tutuklanmıştı. 1999'da öldüğünde, arkasından üzülenler kadar sevinenlerin de olması doğaldı bu nedenle. Sürmene'nin komünistleriyle ünlü (TKP lideri Zeki Baştımar bu köydendir,) Baştımar Köyü’nde başlayan hayat, İstanbul'un yeraltı dünyasına kadar sürüklemişti onu.

MAFYA BABASI MI, KABADAYI MI?
Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk'a göre, ‘‘Mafya babası değildi, kabadayıydı.’’ Kendisi de benimsemişti bu tanımı aslında. Oğlu Cenk'e hapishaneden gönderdiği mektupta, hafif sol bir jargonla şöyle diyecekti çünkü: ‘‘Düzen kahpe, biz kabadayıyız. Gangster başka, mafya babası başka, kabadayı başka. Kabadayı sever, sayar, hümanisttir. İnsan sevgisinden başka şey tanımaz.’’ 1992 yılında, ‘‘Kırmızı Koltuk’’ programında Engin Ardıç ile Meriç Köyatası'nın sorularını cevaplandırırken de aynı olgunun altını çizecekti: ‘‘Bütün dünya ülkelerinde, bilhassa demokrasi ülkelerinde mafya teşkilatları vardır. Türkiye'de de vardır, ama mafya kimdir, işte bu tartışılır. Mafya bir teşkilat olayıdır. Mafyanın Meclis'te milletvekilleri olur, bakanları olur, polis müdürleri olur, her kesimi, hatta fahişeleri bile olur. Bu teşkilatlara sahip olan insanlardır mafya. Ama kabadayılar halkın bağrından kopmuştur. Bu kelime yıllardır rahatsız ettiği halde yine de halka hizmet ve emek verdiğimiz için mutluyum. Hangi kabadayı nerede devletin kasalarına el uzatmış veyahut kötü bir faaliyet göstererek bir kimsenin para karşılığında canını yakmış, veya bir yerde kiralık katil olmuş?’’ 68'in gençlik liderlerinden Sürmeneli hemşehrisi ve arkadaşı Bozkurt Nuhoğlu da pek farklı düşünmemektedir aslında: ‘‘Kabadayı olmasaydı devrimci olurdu. Karadenizliler çok ilginç insanlardır. Dündar Sürmeneli'dir. En ciddi komünistler de oradan çıkmıştır.’’ İlk kez 14 yaşında sabıka kaydı yapılan, ömrünün 21 yılı hapishanelerde geçen Kılıç'ın hayatı, devletin de toplumun da ibret alması gereken ayrıntılarla yüklü... Özellikle, içinde yaşadığımız günlerde...

MADANOĞLU’NA RAKI İKRAMI
Dündar Kılıç, Davutpaşa'ya Madanoğlu'ndan önce gitmişti ve o gelene kadar 'düzenini' kurmuştu ki, paşayı koğuşunda‘‘Hoşgeldiniz, bir emriniz var mı?’’ diyerek karşıladı. Gerisini Madanoğlu anlatıyor:‘‘Askeri Cezaevi'nde ilk gün: Gösterilen koğuşa gittim, sigaramı yaktım. Oradan buradan 'geçmiş olsun' sesleri. Öğleden sonra olmalıydı. Orta yaşlarda bir adam gelip önümde durdu.‘Paşam’ dedi,‘duyduğuma göre siz akşamüstleri aperatif alıyorsunuz. Burada size hizmet etmek istiyorum. Acaba ne zaman emredersiniz?' Kimdi bu adam? Benimle dalga mı geçiyordu? Askeri Cezaevi'nde değil miydik yoksa? Başımı kaldırdım, yüzüne dikkatlice baktım. Adam bayağı ciddiydi. Köyünde veya mahallelerindeki bir oturmada dışarıdan gelen bir konuğunu ağırlayan varlıklı biri gibi içten ve rahattı. Daha fazla üzülmesine dayanamadım, ‘Akşama doğru' dedim,‘bir duble rakı, biraz salatalık yeter!' Bir yandan da düşünüyorum. Bu nasıl iş? Bu ünlü cezaevinde bir sivil tutuklu, emekli bir korgenerale rakı ikram edecek? Doğrusu merak etmeye başlamıştım. Derken vakti kerahat geldi ve bizimki elinde küçük bir tepsiyle göründü. Ne istediysem, ne beklediysem hepsi işte karşımdaydı. Tepsiyi yanımdaki küçük masaya indiren genç irisi adamı bileğinden tutup yanıma oturttum.‘Söyle bakayım' dedim,‘kimsin sen?' Kabadayı tarafını zarif bir şekilde saklamasını bilen bu adam, iki elini göbeğinin üstünde kavuşturdu: ‘Benim adım Dündar Kılıç efendim' dedi.’’

KİTAPTAN
Bayağı münevver bir kabadayı
Kılıç'ın Erol Simavi ile ilişkileri inişli çıkışlı bir seyir izler. Daha sonra araları bozulsa da, ilk gün olumlu bir tesir bırakır Simavi üzerinde. Simavi, şöyle anlatacaktır bu tanışmayı: ‘‘Taşlık Gazinosu'nun kapalı kısmında oturuyordum; garson bana bir kart getirdi. Üzerinde Dündar Kılıç yazıyordu. Arkasında da nefis diyebileceğim bir kaligrafi ile yazılmış,‘Muhterem Beyefendi, zat-ı álinizle görüşmek istiyorum' yazısı. Garsona,‘Yanımda eşim var, uzun sürebilir, ne konuşacak bilmiyorum; yarın akşam üzeri, saat 18.00 gibi Divan'ın barında buluşalım' dedim. Dediğim saatte geldi. Zaten gazetelerdeki fotoğraflarından tanınıyordu. Çok adı geçerdi. Yok gangsterdi, yok kabadayıydı; yok şunu asmış, kesmiş. Bana ‘Ağabey, benim bir kere adım çıkmış, ama yardıma ihtiyacım var. Yine kötü yola düşmek istemiyorum' dedi. Kartın arkasındaki kaligrafiyi sordum.‘‘Benim yazım’’ dedi. O sıralarda klasikler yayımlayan Varlık Yayınları'nın kitaplarını muntazaman okurmuş. Baktım adam bayağı münevver bir kabadayı.’’
Halk düşmanlarına karşıyım abi
Dündar Kılıç, 1971 yılında Maltepe Askeri Cezaevi'ne geldiğinde, bildiği eski hapishane álemlerinden farklı bir álemle karşılaşacaktı. Çünkü içeride 'siyasiler' vardı. İlhan Selçuk, hapishanede tanıdığı Dündar Kılıç'ı şöyle anlatacaktır:‘‘Dündar başkaydı. Onu ayırmak lazım, Dündar külhanbeyi değildi, kabadayıydı. Yani bu kavramlar arasında fark var. Dündar'ın ölümünün arkasından 'son kabadayı' denmesi doğruydu. İnsan nabzından anlayan, bayağı lider vaziyetinde bir adamdı. Başka koğuşlardaydık. Dündar en büyük koğuştaydı, devrimci öğrencilerin bulunduğu koğuşta. Onlarla uyum sağladı. Onunla hiçbir problem çıktığını sanmıyorum. Kendisini haksızlığa başkaldıran bir Robin Hood gibi gördüğü için, zaten daha önce Yılmaz Güney'le ilişkileri de bu racon üzerine kurulu olduğu için, koğuşta çocuklarla gayet iyi ilişkiler içine girmişti. Bütün devrimciler ona 'abi, abi' dediler. Çocuklar onun öykülerini dinliyorlardı, onu seviyorlardı, ağırlıyorlardı. Devrimci gençlerin gözdesiydi, daha o zamandan tarazlanan kısık sesiyle, ‘Halk düşmanlarınına karşıyım abi’ diyordu...

Umutsuzlar’da başrol!
Kürt İdris'in ifadesine göre, Dündar Kılıç'la Yılmaz Güney, ‘‘günde iki yüz tane mermi yakacak’’ ölçüde ‘‘zaman içinde iyice kaynaşmışlardı.’’ Bu arkadaşlık, daha sonra Yılmaz Güney'in senaryosunu yazıp yönettiği filmlere de yansıyacaktı. Bilhassa, ünlü ‘‘Umutsuzlar’’ filminin kahramanı, Dündar Kılıç'ın ta kendisi olmasa da, ondan önemli izler taşımaktaydı.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Tek Kare: Ara Güler


Ömer Lütfi Akad

Türk sinemasının "koca çınarı" olarak bilinen Akad, Fransız Sainte Jeanne d'Arc Okulu, Galatasaray Lisesi, İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu Maliye Bölümü'nü bitirdi. Tiyatro ve sinema yazıları yazdı. Sema Film'de mali danışmanlık ve yapım yönetmenliği yaptı. 1947 yılında Seyfi Havaeri'nin Damga filminde yönetmenliğe başladı. 1948 yılında Vurun Kahpeye ile başladığı yönetmenliğini halk masalları uyarlamalarıyla sürdürdü, polisiye filmleriyle sinema dilini geliştirdi. Kendinden önceki sinemacılardan farklı olarak sinema tekniği ve diline yeni bir anlayış getirdi. Belgeseller çekti, senaryo yazarlığı yaptı.Işıkla Karanlık Arasında adlı Deneme Biyografisini yazdı. Türk sinemasının başlangıç ve gelişim kesitinin görülebildiği ilginç bir denemedir.

Türk sinemasında tiyatro geleneğinden sinema tekniğine geçiş Lütfi Akad'la başladı. Çeşitli türleri denedi. Masal (Tahir ile Zühre-1951), polisiye (Kanun Namına-1952), macera (İngiliz Kemal Lavrens'e Karşı-1952), müzikal (Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar-1953), melodram (Kalbimin Şarkısı-1955), güldürü (Cilalı İbo'nun Çilesi-1957), belgesel (Tanrı'nın Bağışı Orman-1964), Anadolu folkloru (Kızılırmak Karakoyun-1967), aşk (Vesikalı Yarim-1968), şarkı (Bir Teselli Ver-1971).

Başyapıtı bir üçlemedir: Gelin (1973), Düğün (1974), Diyet (1975). Gelin'de Yozgat'tan İstanbul'a göçen bir ailenin büyük şehirde ezilmesini, Düğün'de Şanlıurfa'dan gelen bir ailenin yine şehirle mücadelesini ve dağılmasını, Diyet'te ise emekçilerin dramını anlattı.

1970'lerin sonunda televizyon filmleri çekti. Topuz, Ferman, Pembe İncili Kaftan, Diyet, Bir Ceza Avukatının Anıları, Dört Mevsim İstanbul.


Ö.Lütfi Akad Anlatıyor;
“adapazarı’na gitmeye hazırlanıyorduk. gitmeden önce bazı siparişler vermek üzere biriyle buluşmam gerekiyordu. birden, üstümün başımın pek güven verici olmadığını fark ettim, özellikle ayakkabılarım çok kötü durumdaydı. taksim sineması’nın (şimdi devlet tiyatrosu’nun bulunduğu bina) uzun duvarı boyunca art arda dizili ayakkabı boyacılarına doğru hızla yürüdüm, az vaktim vardı, en öndekinin sandığına ayağımı koydum. ‘çabuk usta, şişir, acelem var’ dedim. boyacı başparmağı ile arkayı gösterdi. ‘arkadaki arkadaşa geç beyim’ dedi. ‘neden, ne oluyor’ dedim. ‘ben ayakkabı boyarım’ dedi adam, ‘bu benim işim, şişirme istiyorsan arkaya geç’. bir an kalakaldım. bütün alacağı yirmi beş kuruştu, bir liranın dörtte biri. ayağımı sandıktan çekmedim. ‘buyur, bildiğin gibi boya’ dedim, ‘hakkını ver’. beni bekleyen sonsuza kadar bekleyebilirdi, ben burada hayatımın dersini alıyordum.”
Lütfi Akad, Işıkla Karanlık Arasında, sayfa 24.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2004

Filmografisi
Vurun Kahpeye 1948
Lüküs Hayat 1950
Tahir ile Zühre 1951
Arzu ile Kamber 1951
Kanun Namına 1952
İngiliz Kemal 1952
Altı Ölü Var 1953
Katil 1953
Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar 1953
Bulgar Sadık 1954
Vahşi Bir Kız Sevdim 1954
Kardeş Kurşunu 1954
Görünmeyen Adam İstanbul'da 1954
Meçhul Kadın 1955
Kalbimin Şarkısı 1955
Ak altın 1956
Kara Talih 1957
Meyhanecinin Kızı 1957
Zümrüt 1958
Ana Kucağı 1958
Yalnızlar Rıhtımı 1959
Cilalı ibo'nun Çilesi 1959
Yangın Var 1959
Dişi Kurt 1960
Sessiz Harp 1961
Üç Tekerlekli Bisiklet 1962
Tanrı'nın Bağışı Orman 1964
Sırat Köprüsü 1966
Hudutların Kanunu 1966
Kızılırmak Karakoyun 1967
Ana 1967
Kurbanlık Katil 1967
Vesikalı Yarim 1968
Kader Böyle İstedi 1968
Seninle Ölmek İstiyorum 1969 [renkli]
Bir Teselli Ver 1971
Mahşere Kadar 1971
Vahşi Çiçek 1971
Yaralı Kurt 1972
Gökçe Çiçek 1973
Gelin 1973
Düğün 1974
Diyet 1975
Esir Hayat 1974

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Umutsuzlar (1971)

Kabadayı Fırat'la (Yılmaz Güney), balerin Çiğdem'in (Filiz Akın) aşk öyküsü "Bu yorgun mavi deniz, martılar ve vapur düdükleri hep o sessiz ve sıcak bakışlı adamı hatırlatmaz mı Çiğdem'e? Güldüğünü hiç görmediği, yüzünde binlerce kederin yaşayan izlerini taşıyan o adamı. Günlük gazetelere bakarken, içini ürperten gizli bir telaşla çevirirken sayfaları niye kokardı Çiğdem ve neden her sabah, her akşam aynı sıkıntıları, aynı heyecanları taşımaktan yorulmuş yüreği bir serçe yüreği gibi çarpardı. Korkusunun nedenlerini çok iyi bilirdi yakınları. Bir sabah, Çiğdem'in istemediği, fakat O'nu tanıyanların kaçınılmaz gördükleri bir sonun resimleriyle dolu olmayacak mıydı gazeteler? Su testisi su yolunda kırılmayacak mıydı? O'nun, o sıcak ve sessiz bakan, bakarken kaçınılmaz sonunu duyurtan hüzünlü sevgilinin ölmüş, kanlara bulanmış resmini görmeyecek miydi gazeteler?"


Filmden Diyaloglar
*Çiğdem Yeşim'e Fırat'ı ve onunla tanışmasını anlatır.
anlatırken eski günleri anımsar.
çiğdem: -sahneye çıkar çıkmaz gözlerim onu arardı. sonra bir gün gül gelmedi. ertesi gün ve daha ertesi gün yine yoktu o. sonraki gün güller geldi ama o gelmedi. ona öylesine alışmıştım ki, dayanamadım soruşturdum. aylarca gelip giden o sessiz bakışlı adamım kimdi... iki gün sonra öğrendim. hastanedeymiş. sırtından üç kurşunla vurmuşlar. kimliğini öğrenince şaşırdım. meğer bizim sessiz ve sıcak bakışlı adamımız istanbul'un gayri meşru işlerini çeviren büyük fırat'mış. hastaneye ziyaretine gittim, sevinçten gözleri doldu. kendisini aradığım için çok mutlu olmuş, teşekkür etti. ben, onun hayatında devamlı kanayan kırmızı bir gülmüşüm. konuşurken utanıyor, yüzü kızarıyordu. hiç güldüğünü görmedim. sanki yüzünde geçmişin bütün kederlerini taşıyordu. günler geçtikçe onsuz edememeye başladım. o benim için vazgeçilmez, uzağında yaşanamaz bir hale geliyordu. bir gün beni anasına götürdü. anası çok sevdi beni. boynuma sarılıp ağladı. yavrum, bu deli herife sahip çık, onu kurtarırsan sen kurtarırsın dedi. her an ölümün eşiğinde bir adamdı. belinde silahı, her an vurulmaya hazır, ölüme hazır yaşıyordu. yaşadığı hayat onu her an benden alıp götürebilirdi. onu kurtarmak, onu yaşatmak zorundaydım. benim hüzünlü ve kederli sevgilim ölmemeliydi. su testisi su yolunda kırılmamalıydı. kollarının sıcaklığında bir ömrü beraber bitirmeliydik. kırları, tahta masalı kahveleri severdi. ömrü hapislerde geçmiş. insanların hep kötü yanlarını görmüş. bazen ona çocuk masalları anlatırdım. gözlerini benden ayırmaz, sessiz, uslu, saatlerce dinlerdi. bir gün bana senin masallardaki iyi insanlar nereye gitti, dedi. hala yaşarlar dedim. "ben hiç görmedim" dedi...hiç bitmeyecek sandığımız mutlu günlerin ardından acılı günler geldi. yokluğuna alışmak zordu. bu acıya dayanmak, onu unutmak zorundaydım. aylar türlü sıkıntılarla geçti. onsuzluğa tam alışırken yeniden dönmesi hayatımı altüst etti. şimdi ne yapacağımı bilemiyorum...

*Kabadayı Fırat Arkalıklı Koltuğunda oturup, mafyalar arası anlaşmazlıkları çözümlemekte, sırası geldikçe de halkın dertlerine derman olmaktadır. içeri bir kadın girer ve feryat figan bir şeyler anlatmaya başlar. Fırat'ın yaverlerinden biri, "abi Ramazan yeniden kumara başlamış, karısı şikayete geldi. kundaktaki çocuğu hastaymış alacaklılar kapıda beklermiş. ramazan bir haftadır eve uğramıyormuş" der. bu arada kadın da makineli tüfek gibi konuşmaya devam etmektedir; tek anlaşılır cümlesi küçük kızının da büyüğü gibi orospu olmaya niyetlendiğidir. bunun üzerine Kabadayı Fırat raconu keser;
-Ramazan'ı bulun, beş bin lira verin; bu karıyı boşasın. bir daha da eve gitmesin. kızı da alıp yatılı okula verin, olacaksa okumuş orospu olsun.

*Çiğdem, Fıratın evine gelir kapıyı açar odada resmini görür delik deşik edilmiş. bakar bu kurşunlamış resme..
- sen gideli çok oldu çiğdem, sen gideli.. 467 gün oldu. her kurşun deliği 1 gün içindir.
-neye kurşun?- söküp atmak için, kurtulmak için belki lakin gördümki seni öldürme çabası boşmuş, sen ölmezmişsin 467 gün seni her gün kurşunladım. En son kurşunu alnında denedim öldüremedim ve anladım ki sensiz olmazmış.
***
Özetle Delikanlıya Notlar biçiminde bir filmdir Umutsuzlar... Raconlar, Hayat Dersleri...

Yönetmen
Yılmaz Güney
Yapımcı
İrfan Ünal
Senaryo yazarı
Yılmaz Güney
Oyuncular
Yılmaz Güney,Filiz Akın,Hayati Hamzaoğlu,Nihat Ziyalan,Memduh Ün,Tuncer Necmioğlu,Şükriye Atav,Kazım Kartal,Eriş Akman,Refik Kemal Arduman,Hikmet Taşdemir,Mehmet Büyükgüngör,Ceyda Karahan
Görüntü yönetmeni
Gani Turanlı
Yapım yılı, ülkesi
1971, Türkiye
Yapım şirketi
Akün Film

1 Temmuz 2008 Salı

Yazlık Sinemalar

Bir dönem, neredeyse her mahallede bir adet bulunan, akşamları topluca gidilen, gazoz ve çekirdeksiz film izlemenin neredeyse yasak olduğu yıllar. film aralarında çalan orhan gencebay şarkıları, birbirine sabitlenmiş tahta iskemlelerde filmi izlerken uyuya kalmış yaşlı teyzeler, sinema perdesini gören balkonlu evler (-ki benim açımdan dünyanın en şanslı insanlarıydı onlar) film izlerken bize eşlik eden yıldızlar, Yılmaz Güney'in vurdulu-kırdılı filmleri (ör:vurguncular)

Yukarıda belirttiğim açıklamalar yazlık sinemaların 1960-1980 döneminde öne çıkan belirgin temalarıydı.

Mahalle kültürünün büsbütün yok olmadığı, her çeşit insanın bir arada bulunduğu sınıf atlamanın, köşe dönmeciliğin erdem sayılmadığı yıllar... işte bizim de kendi payımıza yazlık sinemayla olan ilk tanışıklığımız Adana'da Sümer Mahallesinde ki o beyaz badanalı taşra sinemasında oldu. Şanssızlığımz ise son dönemlerine denk gelmiş olmamızdı, O döneme ait hangi değerler varsa siz onlara vurgunsunuz ve öyle yaşıyorsunuz ama o vurgun olduğunuz tüm değerler sizin ayaklarınızın altından akıp gidiyor... Bu anlamda bizim ve bizden önceki kuşakların ilk kayıplarından birisi Yazlık Sinemalar oldu, gerisi ise hepimizin malumu...

Zengin Mutfağı (1988)

Gençlik yıllarındaki pehlivanlığı ile övünen Lütfü Usta (Şener Şen), zengin işadamı Kerim Bey’in evinde aşçıdır. Bir sabah kalktığında evde kimsenin olmadığını farkeder. Yanında çalışan kızın (Nilüfer Açıkalın), o gün nişanı vardır. Ama sözlüsü Selim de ortalıkta görünmez. O sırada gelen şoför Seyfi’nin ağabeyinden, işçilerin grev ve yürüyüş yaptığını, patronun - ne olur ne olmaz- diye Avrupa’ya gittiğini öğrenir. Selim’le genç kız nişanlanır. Ortam sakinleşir, Kerim Bey döner. Lütfü Usta, gelirken getirdiği eğitimli kurt köpeğine özel yemek pişirdiği için sinirlenir. İşsiz nişanlı Selim, evlenebilmek için ihtiyacı olan parayı bulma amacıyla kargaşa çıkaranları ihbar eder. Bunlardan biri Selim’i tanır. Öldürülmekten korkan Selim, Lütfü Usta’ya sığınır. Lütfü Usta’nın konuştuğu Kerim Bey, bu “muhbir vatandaş” genci özel bir kampa yollar. Selim döndüğünde değişmiş, havalı ve agresif biri olup çıkmıştır. Saldırgan ve huysuz kurt köpeğini ise Lürfü Usta zehirler. Bunu ancak anarşistlerin (?) yapacağını düşünen Selim araştırma yapar, nişanlısından şüphelenir. Kerim Bey iki köpek daha getirir. Genç kız ise Seyfi’den şüphelenildiğini sanır, ancak kendisi olduğunu anlar ve Selim’den ayrılır. Ahmet ve Seyfi gösteri yürüyüşlerine katılır. Lütfü Usta birgün gazetede Selim’le eski nişanlısının kavga ederken resmini görür. Eski pehlivanlığı depreşir. Bir kız kadar yürekli olmadığını düşünür. Köşkten ayrılsın mı, yoksa kalsın mı? Bu ikilemde öylece kalakalır..
_____________________________
Yönetmen
Başar Sabuncu
Senaryo Yazarı
Başar Sabuncu

Yapımcı
Türker İnanoğlu
Nahit Ataman

Görüntü Yönetmeni
Erdal Kahraman
Oyuncular
Şener Şen
Nilüfer Açıkalın
Oktay Korunan
Gökhan Mete
Osman Gören

27 Haziran 2008 Cuma

Tezer Özlü

Tezer Özlü, 10 Eylül 1943′te Simav’da doğdu. Anne ve babasının görevleri nedeniyle çocukluğu Simav, Ödemiş ve Gerede’de geçti. “Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım…” diye anlatır o günlerini.

10 yaşındayken İstanbul’a geldi. Avusturya Kız Lisesi’nde okudu. 1961 yazında ilk kez yurtdışına çıktı. 1962 ve 1963′te Avrupa’yı otostop yaparak gezdi. 1964′te Paris’te tanıştığı tiyatro sanatçısı, yazar Güner Sümer ile evlendi. Ankara’da Almanca çevirmeni olarak çalışmaya başladı. Yarım bıraktığı lise öğrenimini, İstanbul Erkek Lisesi’nin sınavlarına dışarıdan girerek, tamamladı. Ankara Sanat Tiyatrosu çevresinde yer aldı. Brendan Behan’ın Gizli Ordu adlı oyununda rol aldı. Eşinden ayrıldı, 1968′de İstanbul’a yerleşti. 1968′de sinemacı Erden Kıral ile evlendi. 1973′te kızı Deniz doğdu. 1981′de bir bursla bir yıllığına Berlin’e gitti. Erden Kıral’dan ayrıldı. Üçüncü eşi, Kanada’da yaşayan İsviçre asıllı Hans Peter Marti ile tanıştı. 1984′te Hans Peter ile evlendi, Zürih’e yerleşti. Yakalandığı hastalıktan kurtarılamayarak,18 Şubat 1986′da bu kentte öldü; 25 Şubat’ta Aşiyan’da son yolculuğuna uğurlandı.
Tezer Özlü yazın yaşamına öyküler yazarak başladı. İlk öykü kitabı Eski Bahçe 1978′de yayımlandı. Gene aynı yıl yazmaya başladığı ilk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri 1980′de yayımladı. 1981′de Berlin’de bulunduğu süre içinde, Bir İntiharın İzinde isimli kitabını Almanca olarak yazdı. Bu kitap daha sonra Türkçe’ye Yaşamın Ucuna Yolculuk olarak çevrildi. Bu kitapla Almanya’da Marburg Yazın Ödülü’nü kazandı.
İlk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri onun yaşamından izler taşır: “Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim. On bir yaşındaki, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan biri olan Avusturya okulunda karşılaştığı Batı kültür ve eğitiminin yarattığı şoku.
Küçük burjuva ana babalar, Türkiye ulusal bağımsızlık savaşından sonraki heyecanlı kuşağın vatansever kişileridir. Taşradan İstanbul kentine yeni gelip, burada küçük yaşta Avusturya ve özellikle Alman kültürü ile Katolik kilise okulunda karşılaşan bir Türk kızı ne olur? Evinden kaçmak ister, çünkü bu evlerde süren durgun yaşamın, sevgisiz yaşamın, iç içe yaşamın düşündüğüne uymadığının şokunu yaşar. Okuldan kaçmak ister, çünkü okul karanlık bir kilisedir. Okulda öğretilen birçok yalan, gerçek yaşamda hiçbir zaman gerekmeyecektir.”

Çocukluğun Soğuk Geceleri
“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek………. isterim hep.”
Tezer Özlü hep gitmek istemiş. Çünkü Özlü ‘ye göre “Güzel olan, gerçek olan dış dünya ve o dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusudur. Ve yaşam, yalnızca sokaklardadır”.
Tezer Özlü, düşündü, yazdı ve konuştu. Onun hayatın çeşitli alanlarına dair sözlerine kulak verelim şimdi de…
“. Şunu öğrenmelisin : Sen hiç bir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.
. Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesaret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir.
. Kültür, insanlık uğraşısının üst yapısı değil, temelidir.
. Güç ve korku her zaman yan yanadır.
. Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her zaman güçlüydü.
. Dünyanın acısı olmasaydı taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı.
. İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur.”

Muzaffer İzgü (Muzo)

1933’de Adana’da doğdu. Küçük yaşlardan itibaren bulaşıkçılık, garsonluk, pamuk işçiliği. seyyar satıcılık gibi çeşitli işlerde çalıştı. Diyarbakır İlköğretmen Okulu’nu bitirdi. Çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. 1979’da emekliye ayrılarak sadece yazılarıyla ilgilendi. İlk mizah yazıları Akbaba dergisinde yayınlandı. Özel tiyatrolarda oynanan, radyolarda yayınlanan oyun ve skeçleriyle ün yaptı. Ulusal ve uluslararası düzeyde pekçok ödül kazandı. Eserlerinde güldürmekten çok düşündürmeyi amaçlar. Toplumsal çarpıklıklara sınıfsal açıdan bakarak Anadolu insanının sorunlarını kara mizah yöntemiyle yansıtır.

Ayrıca Muzaffer İzgü'nün çocukluk dönemini konu alan Zıkkımın Kökü adlı 1992 yapmı birde film çekilmiştir.. Film Adana'nın gecekondu mahallelerinden birinde yaşayan Muzo'nun hikayesini anlatır. Muzo yoksullukla mücadele eden bir ailenin çocuğudur. Abisi, annesi ve babasıyla birlikte bir göz odada yaşarlar...


Filmden Replikler:
*Muzoo! Bana rakı getir lan...
*Darı var darı, hamama girdi kocakarı, dişleri sarı sarı...
*Kovboylar, Kızılderililer; Tarzan vahşi ormanlarda, hepsi sadece 2 kuruşa burada...
*Ulan, boynunuzu iyice bükün ha... Nah şöyle bükeceksiniz! -Namussuz karı, ulan ne var sanki bizi evden çıkaracak be! Kaltak, yetmedi mi o konaklar sana? Baksana şu iki sabiye. N'ederim ben bu iki sabiynen sokaklarda? İnsan bunlara acır be...

ÖYKÜ-MİZAH: Bando Takımı (1975) Donumdaki Para (1977) Deliye Her Gün Bayram (1980) Sen Kim Hovardalık Kim (1980) Her Eve Bir Karakol (1980) Devlet Babanın Tonton Çocuğu (1981) Lüplüp Makinesi (1982) Kasabanın Yarısı (1982) Demokrasimiz Kaç Para Eder (1988)

ROMAN: Gecekondu (1970) İlyas Efendi (1971) Halo Dayı (1973)

OYUN: Karadüzen (1971) İnsaniyettin (1972) Reçetesi Peçete (1974) Utanmıyorum Üşüyorum (1975)

ÇOCUK KİTAPLARI: Bülbül Düdük (Çocuk romanı, 1980) Ekmek Parası (1979) Çizmeli Osman (1980) Pazar Kuşları (1980) Uctu Uçtu Ali Uçtu (1980)

ÖDÜLLERİ: 1977 Nasrettin Hoca Gülmece Öykü Yarışması’nda üçüncülük, "Hıdır Baba" öyküsüyle 1977 Milliyet Sanat Dergisi Gülmece Öyküsü Yarışması’nde ikincilik, "Anayasa Hangi Anayasa" öyküsüyle 1978 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü, Donumdaki Para ile 1980 Bulgaristan Altın Kirpi Gülmece Ödülü, Bülbül Düdük ile

26 Haziran 2008 Perşembe

Demiryol (1979)

Türk Sinemasında yok sayılan, sansürlenen ve yakılıp yok edilen bir film daha... Geriye fragmanı bile kalmamış film Yetmişli yılların Türkiye'sinin Politik ortamında Demiryolu işçilerinin grev öyküsünü anlatıyor. Grev komitesinde görevli işçi Hasan, kardeşi Bülent ve arkadaşları, bir süpermarketin yiyecek kamyonunu kaçırırlar. Çeşitli olaylardan sonra kaçıp, bir eve sığınırlar. Bu yabancı evde iki kız kardeş vardır. Kızlarını küçüğü Sema öğrencidir ve devrimci gruplara sempati duymaktadır. Ablası Sibel ise zengin evlerinde özel İngilizce dersleri veren bir kızdır. Bülent'le Selim bu evi güvenli bulmazlar. Hasan'ın aracılığıyla başka bir yere giderler. Bülent, saklandığı evde polis çatışması sonucunda vurulur. Bu arada Haydarpaşa'da büyük bir yangın çıkartılır. İşçiler yangını söndürmek için çaba harcarlarken, yangının işçiler tarafından çıkartıldığı öne sürülür. Grev çözülmeye yüz tutar. Birçok işçi tutuklanır. Ama bir süre sonra bir dayanışma sonucu grev, daha güçlü ve daha bilinçli bir biçimde sürüp gider.

Oyuncular
Tarık Akan
Fikret Hakan
Sevda Aktolga
Neslihan Danışman
Güler Ökten
Hikmet Çelik
Doğan Bavli

Yönetmen
Yavuz Özkan

Senaryo Yazarı
Yavuz Özkan
Mahmut Tali Öngören

Yapımcı
Yavuz Özkan
Ergüder Yoldaş
İzzet Akay

25 Haziran 2008 Çarşamba

Konjonktürel siyasetin gölgesinde kimlik arayışı

Konjonktürel siyasetin gölgesinde kimlik arayışı
Türk kimliği inşaasında romanın rolü
Gazi Can - Fırat Ateş

Tanımlama ya da tanımlanma-tanınma durumları ile aidiyet hissetme duygusu sınıflı ya da sınıfsız toplumlarda her zaman var olagelmiştir. Esasında bunlar kimlik kavramının iki temel bileşenidir. Ancak, bu iki temel bileşen, özellikle modern-ulusal devletler dönemine gelinceye kadar, iktidar ve uyrukları arasında “ortak kimlik” kurma ve buna göre kendini tanımlama işleviyle yüklenmemiştir. Bu durumda kimlik, cemaate ait kendiliğinden bir olgu olarak biçimlenmiştir. Modern-kapitalist toplumlarda ise, siyasal iktidarın meşruiyet bunalımları “ortak kimlik” tanımlama, oluşturma ihtiyacına yol açmıştır.
Günümüzde kimlik-toplumsal kimlik tartışmaları yapılırken önemsenmesi, mücadele edilmesi gereken siyasal eğilim, tarz ve “ideoloji”ler belirmiştir. Bunların içinden, sadece ulus-devletin çözüldüğü, ulusal sınırların daraldığı; buna karşılık cemaatlerin, halkların, cinsel gruplaşmaların, dil ortaklıklarının öneminin arttığı türü savlara dayanan mikro sosyal-psikolojik çerçeveli postmodern paradigmalar hedef alınmamalıdır. Hedefe ulusalcı, ulusal kimlikçi temalarla yüklü ideolojik, siyasal ve toplumsal hareketlerin tamamı yerleştirilmelidir. Çünkü, uluslaşma süreçlerinde herhangi bir ulusal kimlik meydana getirilirken, çeşitli kültürel ve ideolojik motiflerin ister sınıf dinamikleri üzerinden, isterse “modernleştirici irade” tarafından olsun kullanılmış olması, her tür ulusçu temayı şu ya da bu dolayımla değişen ölçülerde hem pre-kapitalist, hem de burjuva ideolojilerle sakatlamıştır.
Bu çalışmada, söz konusu motiflerin hangi toplumsal ve siyasal öznelerce nasıl ve hangi şartlarda kullanıldığı, sonuçta oluşan ulusal kimliğin nasıl bir bileşkeye tekabül ettiği gibi sorunlara kapsamlı bir yanıt verme amacı güdülmemektedir. Çalışmanın amacı, sadece ve sadece, Türk kimliğinin oluşum süreçlerini ve bu süreçler içerisinde “ulusçuluk (milliyetçilik)”, “ulusalcılık” ile olan ilişkisine değinmektir.
Farklı bir ifadeyle tekrarlayacak olursak bu konuya girme ihtiyacı iki temel nedene dayanıyor. Bunlardan ilki sosyalist siyasetin günümüz Türkiye’sinde ulus-ulusalcılık sorununa yaklaşırken postmodern paradigmalarla hesaplaşma adına; ikincisi ise devrimci sınıf siyaseti ve ulus-ulusalcılık arasındaki hem bugün hem de geleceğin sosyalist Türkiye’sinde doğan-doğacak olan gerilimleri aşma adına modern-ulus devlet ile burjuva ve pre-kapitalist ideolojiler arasındaki ilişkiyi ıskalayarak ulusçu-ulusalcı temalara kapı aralama olasılığıdır.
Konuya yaklaşmanın elbette çeşitli yolları vardır. Bu süreçlerin analizi siyasal-tarihsel metinlere bakılarak yapılabileceği gibi, kültürel “metin”lere (sanat-edebiyat) bakılarak da yapılabilir. Burada, Türk kimliğinin Tanzimat’la başlayıp günümüze kadar süren oluşum süreçlerine, dönemlerin roman çalışmalarından hareketle bakmaya çalışacağız. Bu haliyle, bu çalışma bir “kültürel çalışma” olarak değerlendirilebilir.
Çalışma boyunca ele alınan romanlar incelenirken, edebiyat-roman tarihçilerinin ve kuramcılarının çoğunluğunun yaptığı gibi, Tanzimat döneminden günümüze kadar olan zaman dilimi üç ana evreye ayrılmıştır: Tanzimat döneminden Kurtuluş Savaşına, Kurtuluş Savaşı’ndan çok partili düzene uzanan dönemler ve çok partili dönem. Ancak elbette bu ayrıştırma dönemlerin siyasal-ideolojik atmosferinin, romancılarının ve ürünlerinin arasında mutlak kopuş olduğu anlamını taşımaz.

Ulus ve kimlik ilişkisi
Ulus ve kimlik kavramlarına bütünlüklü ve tarihsel bir çerçeveden bakmak, toplumsal sınıflar tarihinde ulus ve kimlik kavramlarının nereden çıktığını ve bu kavramların Osmanlı-Türk dünyasında hangi özgün süreçlerden geçtiğini anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Sınıfsal bilinci silikleştiren bu kavramlar, özünde hayali bir içeriğe sahiptir. En kaba hatlarıyla ulus kavramının egemen sınıflar eliyle doldurmaya çalıştığı boşluk, belirli bir sınırı ve iktidar alanını kapsar. Sınırlılığı, kendi ötekisini yaratır ve bir toplumsal kimlik inşasının başlangıcıdır; üretim süreçlerine olan angajman ilk elde bir ulus yaratırken aynı zamanda yaratılan ulusal değerleri benimseyen bireyleri oluşturmayı hedefler. İktidar alanı ise, egemen sınıfların bu dolayım ilişkisi ile palazlandığı bir egemenlik bölgesine tekabül eder.

“Ulus bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir, çünkü her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır.”[1]

Kimlik oluşturma ya da kimlik inşası, ilki kendini ifade etme isteğinin, ikincisi ise varoluşunu anlamlandırma arzusunun yönlendirdiği iki temel itkiden beslenir. Süreç, inşa edilen kimliğin biçimini “öz farkındalık” ve “ötekinin farkındalığı” olmak üzere iki tür farkındalık hali üzerinden belirler. Bunun sonucu olarak temel ikilik “öteki olan” ile “ben” ya da “biz” arasında kurulur.[2] Böylece kimlik, değişen derecelerde kişinin kendisi tarafından ve/veya başkaları tarafından atfedilen göndermelerden kaynaklanır. Burada, oluşumu sürecinde kimliğin ikili karakteri ortaya çıkar: Kimliğin oluşum-kurulma süreçlerinde “ötekileştirme” hem kurucu bir araç, hem de bir dereceye kadar hayali olarak kurgulanan şey olarak işlev görür.
Türk kimliğinin oluşumunda, özellikle Türklerin tarih boyunca karşılaştıkları diğer topluluklar ve inanç sistemleri karşısında öteki/biz ikiliğinden hareketle kendini tanımlama çabası göze çarpar. Buna göre “öteki” başat olarak Sünni-Müslüman “Türk kimliği” karşısında Hıristiyanlık, Şiilik, “büyük Türk dünyası”nın dışında kalan Çinliler ya da bu dünyanın içindeki bir parça sayılan Kürtler olabilmiştir.[3] Ancak bu karşıt konumlandırmada tarihsel ve siyasal ilişkilere göre değişimler yaşanmıştır. Nitekim, 19. ve 20.yy’da bu durum daha belirgin bir şekil alır ve sık sık yaşanan toplumsal kimlik sıkışmasının nedenleri daha açık görünür.
Konumuza bir adım daha yaklaşmışken Timur’un şu cümlelerine kalkış noktası olarak kulak verelim:

“Osmanlı romanı, kendi kendine yeterliliğini kaybederek uluslararası kapitalizme yarı sömürge konumuyla yerleşen bir düzenin yarattığı değer ikileşmesi ortamında benimsenmiş evrensel bir yazın biçimidir.”[4]

Toplumsal kimlik inşası süresince, tarihsel gerçekler yeniden yapılandırılır. Edebiyat (özellikle ulusçu edebiyat) bunu sağlamanın dolaylı araçlarından biri olarak işlev görmüştür.

Osmanlı’da sıkışan kimlik
Timur’un yukarıda aktarılan görüşü 1839’da başlayan batılılaşma çabalarının yarattığı toplumsal kimlik sıkışmasının kültür-edebiyat alanına yansımasına işaret eder. Timur’un işaret ettiği bu noktayla bağlantılı olarak kültür-edebiyat alanında görülen bir diğer önemli buhran ise dönüşümler boyunca toplum ile birey arasındaki ilişkinin bakışımsızlığıdır. Bu bakışımsızlık toplumun bireyden belirlendiği kadar ‘özerk bireyi’ belirleyememiş olmasıdır.[5] Moran bu durumu, 19.yy boyunca Osmanlı toplumunda ‘büyük Kültür’ ile ‘küçük kültür’ arasındaki mesafenin açılarak değer kargaşasının oluşmasına bağlar.[6]
Bu kargaşa içinde zamana ana rengini özentili yaşam biçimleriyle ortaya çıkan dar elit gruplar vermiştir. Bu dar elit gruplar, yeni tür “alafranga kibarzadeler” toplamı halinde toplumsal kimlikteki bunalımın, sıkışmanın su yüzüne çıkan kısmını oluşturmuştur. Toplumsal-kültürel alandaki bu görüntü hemen edebiyat alanına yansımış ve ilk ürünlerde bu tip karakterler yaratılarak “çarpık batılılaşma” ve toplum eleştirisi yapılmak istenmiştir.
Öte yandan yaşananların düşünsel alana ilk etkisi Türklerin geçmişlerinin keşfi üzerinde olmuş ve yine kimlik kurma çabaları yoğunlaşmış, roman karakterleri de bu düşüncelerin hem tartıştırıcıları hem de taşıyıcıları olarak kurgulanmıştır. Öyle ki, Türklerdeki kimlik arayışlarında o güne kadar hiç görülmeyen bir yoğunlaşma yaşanmıştır.
Türklerin geçmişlerini keşif çabaları ilk olarak 1870’lerde Batı Avrupa’da yayımlanan ve Osmanlı aydınları üzerinde büyük etki yapan çalışmalarla kendini göstermiştir. Örneğin Latin uygarlığının ve dillerinin Türk kökenli olduğu tezleri Paris’te yayımlanan Les Turcs Anciens et Modernes adlı yapıtta konu edilmiştir. Geçmişin keşfi çabalarına Kırım Savaşı’nın (1854-1855), Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Konferansı’nın (1878), Balkan Savaşları’nın (1912-1913) eşlik etmesiyle Türk tarih yazımı ve ulusal bilinçlenme Cumhuriyet öncesinde büyük ivme yakalamıştır.[7]
Dönemin siyasal eğilimleri Avrupa aydınlanmasından yararlanamazken, edebi akımlar ilerleyen dönemlerde Alman romantizminin “halk ruhu” anlayışının etkisi altında daha çok kalmıştır. Alman romantizminin “halk ruhu” anlayışı, Fichte’nin ulusun ruhunu, dünyadaki üstün yanını aramayı amaç edinen düşüncelerini merkeze alır. Yine de bu ruh arayışı özellikle cumhuriyetin çok partili döneminde görüleceği gibi doğrudan halka dönüş şeklinde yaşanmamış, halk Ermeni, Rum, Türk vd. unsurları kapsayan bütün olarak Osmanlı biçiminde tasvir edilmiş ve değişimlerin yarattığı sıkışmanın halkın gündelik yaşamındaki yansımalarına bakılmıştır. Özetle, romanın genel karakteri dönemin siyasal konjonktürünce beslenmiş ve böylece romantizm ile gerçekçilik arasındaki salınım ve gerilimler içerisinde debelenen toplumun ve bireyin aynası olmuştur. Ancak roman ve romancının sadece bir ayna işlevi görmesi genel olarak sanatın doğasına ters düşer. Nitekim kimlik kurma çabalarının yoğunlaştığı kavşakta romanlar da ırkçı (“milliyetçi-ulusalcı”), İslamcı-Osmanlıcı ve Anadolucu doğrultularda yol almıştır.
Aynı dönemde her üç ideolojik pencereden ürün veren yazarlar bulunsa da, 1870 ile 1910 yılları arasında bu eğilimlerden Osmanlıcılığın öne çıktığı görülür. Osmanlıcılık bir ulus kimliğini değil, “Osmanlı kimliği”ni hem bir kalkış noktası hem de bir amaç edinir. Kimliğe dönük bu anlamlandırmanın en bariz örneği henüz “öteki”leştirme çabasının görülmemesi ve sadece “biz Osmanlı” vurgusuna yer verilmesidir.
Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ile Rakım Efendi (1876) ve Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası adlı eserlerinde görüldüğü gibi, bu ilk dönem romanlarında Batı örnek alınırken, geleneksel toplum yapısı eleştirilir. Bu tavır Osmanlı aydınlarının toplumsal değişimi batı taklitçiliği olarak değerlendirerek takındıkları eleştirel tavırdır. Bu tür eserlerde konunun işlenmesinde temel olay örgüsü ve buna eşlik eden düşünce, Batı’nın övülmesi, örnek alınması, ancak aynı zamanda da “alafranga batı züppeliği”nin eleştirilmesidir.
Öte yandan Moran 1920’lere kadar izlenen bu alafranga züppe tiplerin Peyami Safa ve Yakup Kadri’nin romanlarındaki batı hayranı yozlaşmış alafranga insanlarından büsbütün farklı olduklarını söyleyerek önemli bir noktaya dikkat çeker. Çünkü görülen eğilimler arasında öndelik sırası değişmeye başlamıştır.

“Tanzimat züppeleri zararları kendilerine olan birer budala sayılırlar. 1914’ten sonrakiler ise, göreceğimiz gibi çıkarcı ve kurnazdırlar. Alafrangalık onlarda para yapma olanaklarını sağlayan bir zihniyete dönüşecektir.” [8]

Alafranga züppelikle temsil edilen kimlik bunalımı ve arayışının yanı sıra bu dönem kimlik sorunu romanda bir başka tema ekseninde de kendini gösterir. Tema aşkta dönüşümdür. Her iki tema çoğunlukla içiçe geçer. Nitekim Araba Sevdası’ndaki alafranga züppe Bihruz Bey’in yabancılaşması, en net şekilde bunalımlı bir aşk kurgusunda sergilenir.
Gerçekten de batılılaşma çabalarıyla Osmanlı’da aşk anlayışında da değişim gözlenmiş ve böylece cinsler arasındaki aşk konusu edebiyata konu olabilmiştir. Konularında aşk temasını işleyen Osmanlı romancısı, ecnebi mürebbiyeler, gayrimüslim kadınlar gibi figürleri eserlerinde kullanarak, modernleşme sancıları içerisinde toplumsal yansımaları da gözlemlenen cinsler arasındaki çarpıklaşan ilişkileri de anlatmıştır.[9] Burada asıl dikkatimizi çeken nokta, ilk kez kötülük atfedilen ‘öteki’ üzerinden (ahlaksız, düşkün vb. biçimlerde betimlenen ecnebi, gayrimüslim kadınlar) kendini ‘çağdaş’ anlamda tanımlama çabasının belirmesidir.
Tüm bunlardan hareketle, bu dönem için temel bir ulusal kimlik kurma gayesinden söz edilemeyeceği açıktır. Keza özellikle ulusçu anlayışa yön veren “uluslardaki değişmez özün varlığı” düşüncesinden de söz edilemez. Henüz ulusal bir kimlik kurgulanamamakta, sadece sınırları oldukça belirsiz “biz” söylemi yer bulmaktadır ve bunun karşısındaki “öteki” ise daha çok batıdır. Ancak Batı çoğu yanlarıyla olumlanırken “biz” yer yer kıyasıya eleştirilmektedir.
Bu dönemin eserleri, daha sonraki dönemlerde kimlik sorununun aşılmasında-inşasında önemli yer tutacak kimi düşüncelerin ilk nüvesini taşıyabilmiştir. Bu durum dönemin yazar ve eserlerinin herhangi bir ekol-akım, taşıyıcısı olamayacak kadar tarihsiz, eklektik ve dönemin dergi çevreleriyle yakın ilişkide olmalarına bağlanabilir. Nitekim,

“Jön Türkler döneminin (1908-1918) Türk Derneği, Genç Kalemler, Türk Yurdu, İslam Mecmuası gibi büyük dergilerinde, bir yandan Kemalist tarih yazımının, diğer yandansa daha yakın zamanın ideolojisi olan Türk-İslam sentezinin doğuşuna yol açacak eğilimler ayırt edilmektedir.”[10]

Genç Kalemler dergisi Ömer Seyfettin gibi genç edebiyatçılardan oluşan kadrosuyla dikkat çekicidir. Nitekim Genç Kalemler hareketinin cumhuriyet sonrası uzanımı 1950’lere kadar H.R.Gürpınar, H.E.Adıvar, Y.K.Karaosmanoğlu, P.Safa gibi isimlerin öncülüğünü yaptıkları Milli Edebiyat akımı olarak sürmüştür.
Osmanlı döneminin yazarları için belli bir tarihten sonra temel toplumsal sorun Türklük vurgusu ve buna koşut olarak geliştirilen etnik sorun olmuştur. Başka bir deyişle, yeni kimlik sorunu nitelik değiştirmiştir. Bundan sonra bu sorun kültürel krizden kurtulma sorunu olmaktan çıkmış, önce imparatorluğun çözülmesini önlemek için, sonra işgalden kurtulmak için ve daha sonra da yeni bir ulus-devletin yapılanması için artan oranlarda “öteki”leştirme ve karşısında da “biz”i tanımlama çabası olarak, yeni kimlik sorunu biçiminde gündeme gelmiştir.
Özetle “yeni bir kimlik” sorunu Tanzimat dönemiyle başlayıp Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte de toplumsal, siyasal ve kültürel açılardan önemini artırarak sürdürmüştür. Bu açıdan bir süreklilikten bahsedebiliriz, ancak bu kimlik arayışı cumhuriyetin kuruluş yılları ve sonrasında ulusal kimliğin kurulması sırasında karşıtına yerleştirilen “öteki” kimlik bağlamında tamamen konjonktürel siyasetin gölgesi altına girmiştir.

Kurtuluş savaşı ve kemalizmin etkileri
Kurtuluş savaşı ve sonrasındaki tek parti iktidarında Türk romanına hakim rengini ulusçu ve İslamcı bakış açıları vermiştir. Bu uzun zaman dilimi içerisinde bu renkler konjonktürel olarak artan ya da azalan dozlarda etkisini gösterir.
Ulus kavramı hem dünyayı algılamak hem de algılanan bu dünyada kendine bir yer, konum, kazandırarak anlamlandırmak için kullanılagelmiştir. Ulusçu bakış ise toplumsal-siyasal planda Jön Türk hareketiyle başlayıp edebiyat alanına da yansımış ve etkisini günümüze kadar sürdürmüştür. Bu bakışın ortaya çıkardığı ötekileştirme anlayışı siyasal meşruiyeti pekiştirme projesinin sonucu ve uzanımıdır.
Öte yandan ulus kavramının içinin doldurulmasında ulusçu cenah içinde hararetli tartışmalar yaşanmış ve kendi içinde kompartımanlara ayrılmıştır. Kompartımanlar arasında yolculuk etmek serbesttir. Bu ayrışmalar sırasında Hakimiyet-i Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet gazetelerindeki yazılarında Gökalp milliyetçilik, halkçılık, batı medeniyetçiliği ve cumhuriyetçiliğin “dört büyük mefkure” olduğunu[11] ifade ederken, 1924-1925’te yayınlanan Anadolu dergisi Gökalp milliyetçiliğini reddetmiştir:

“Türk, bir ulusun adı değildir. İçinden bir çok millet çıkmış bir ırkın adıdır: Anadolular, Azeriler, kuzey Türkleri, Türkistanlılar vb. bunların hepsi tartışmasız Türk’tür; ama, bir ulus oluşturmamaktadırlar. Eğer kültürleri ve vatanları aynı olsaydı bu gerçekleşirdi. Ama, vatanları farklıdır ve kültürleri bile aynı değildir.”[12]

Böylece ulusçuluğun içinden onu eleştirerek Anadolucu eğilim doğmaktadır. Anadolucu eğilime daha sonra tekrar dönmek üzere geçiyoruz.
Türk edebiyatında ulusçu bakış açısı deyince ilk akla gelen isimlerden olan H.E. Adıvar, Ateşten Gömlek (1922) eserini daha çok Türkçülük çizgisinde yaratmış ve “Her vakit nazik, her vakit etrafındakilerin rahat ve arzusunu düşünen yeni bir Osmanlı örneği. Türk demiyorum. Çünkü yeni Türk genci daha mütecaviz, daha dalgalı, daha isteği çok olan bir mahluktur”[13] sözleriyle Osmanlı kimliğinden Türk kimliğine geçiş sırasındaki kimlik tasvirini yapmaya çalışmıştır. Adıvar, cumhuriyet döneminde yazdığı Sinekli Bakkal’da (1935) ise dini ideolojiyi öne çıkarırken, eserleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde onun duruşundan yeni kurulacak olan rejimin resmi anlayışının nasıl şekillendiği anlaşılabilmektedir.
Resmi anlayışa göre Sevr’i takiben imparatorluk topraklarının paylaşılması ve Kurtuluş Savaşı döneminde Rumlar, Ermeniler, Araplar ve hatta Kürtler yüzlerce yıldır “güvencemiz altında yaşayıp” ve neredeyse bir parçamız olmalarına rağmen “emperyalistlerin kuklası” haline gelerek ihanet etmişlerdir. Bu gerekçeyle cumhuriyetin hemen öncesinden başlayarak tüm cumhuriyet tarihi boyunca tüm bu halklar “öteki” olarak tanımlanmış ve bunun karşısında biz’in tanımlanması yoluyla ulusal bir kimlik inşa edilmeye çalışılmıştır.
Diğer yandan bu duruma dinin sekülerleştirilmesi çabaları eşlik etmiştir. Ancak her şeye rağmen Tanzimat döneminin başından beri kökten bir batı karşıtlığının oluşturulmaması Türk halkının değişmez özü olarak biçimlendirilmiştir.
Cumhuriyetin tek partili döneminin ilk yıllarında roman kahramanları arasında küçük burjuva reformizminin temsilcisi bir tip sahne alır. Bu kahraman kah laisist bir aydınlamacı olarak din sorunlarıyla mücadele ederken, kah aydın–halk ikiliğindeki gerilimlerde, kah çıkar çevreleriyle çatışırken görülmektedir. Bu karakterlere tamamlanmamış burjuva devrimi ve bu devrime olan inançları yön vermektedir.[14]
Örneğin, Aydın-halk gerilimini konu edinen Yaban (1922) romanında Yakup Kadri cumhuriyetçi-ulusçu çerçeve çizmeye çalışmıştır. Türkler ile Antik Yunan arasında ilişki ve benzerlikler kuran Kadro’cu Yakup Kadri bu romanında Mustafa Kemal’i İsa’ya benzetir. Bu benzerlikler öyle zorlama biçimde kurulmaya çalışılır ki, merinos koçları Pan’a benzetilir, hatta Panorama’da (1954) Mustafa Kemal Promete’ye de benzetilir. Bu tavrın kökeninde Türk Tarih Tezi’nin etkileri belirgindir. Bu tezde olduğu gibi eserlerde dolaylı olarak eski Yunan’ın çağdaş Yunan’la ilişkisi olmadığı, Antik Yunan’ın da aslında Türk kökenli olduğu iddia edilir.
Dönemin bu tür yazarları eserlerini üretirken daha çok bir görev bilinciyle, cumhuriyetin meşruluğunu pekiştirmek için ideolojik girdiler yapmak için çabalamışlardır.
Diğer yandan bu dönem aynı zamanda sentezciler dönemidir de. Bu dönemde çeşitli sentez aranışçıları içerisinde özellikle iki isim dikkat çeker: A.H. Tanpınar ve P. Safa. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde (1962) bürokrasiyi eleştirerek “zaman” kavramı ve yaşanılan zaman üzerine düşüncelerini dile getirirken, Doğu ve Batı sentezi üzerine düşünceler de sergiler. Özellikle Safa’nın Fatih-Harbiye’sinin (1931) adı bile Doğu-Batı sentezcisi bu yazarın Müslüman/Hıristiyan, Türk/Rum (Yunan) ötekileştirmeciliğini çağrıştırmaktadır. Bu tür sentezci eserler kurgusunu karşıtlık üzerinden kimlik kazanma ya da kimliğe dönme aranışı üzerinden sağlar. Fakat her ikisinin sentezciliklerinin altında gizil bir batıcılık izlenebilir.
Gerek bu dönemde gerek daha sonra Türklük anlayışı bir birlik içinde tarihin derinliklerinde doğan değişmezlik görüşünden ilham almaktadır. Bu dönemin ilk yılları itibarıyla uluslaşma ve ulusal meşruiyet kaygılarıyla ulusalcı kimliğin kurulmaya çalışıldığı görülür. Ne var ki ilerleyen dönemlerde egemen kültürel ve ideolojik yapının unsurları arasında kimi yaklaşım farklılıklarının oluştuğu kabul edilmelidir. İlk kuruluş yılları atlatıldıktan sonra kimi sentezci aranışların ortaya çıkması bu bağlamda anlaşılmalıdır.

Tek parti dönemi sonrası: “köy romanı”, Anadoluculuk ve İslamcılık
Herhangi bir ulusal kimliğin kurulması, şekillendirilmesi, o ulus-devletin ilanı ve kuruluş yılları sırasındaki kurucu-resmi ideolojiyle işlenip tamamlanmış bir sürecin ürünü olmamıştır. Kurucu irade ve resmi ideoloji her adımda önceki ideolojik motifler ve aranışlarla eklemlenir. Bu durum yaşadığımız coğrafyada modern-ulusal bir kimlik kurma sırasında ulusçu-ulusalcı kimlik arayışının salt hümanist söylemlerle hareket eden bütünleşmiş, kaynaşmış, barışçıl bir Anadolu kültürüyle yoğrulan Anadolu kimliği aranışlarıyla olduğu kadar, İslamcı kimlik aranışlarıyla da etkileşmesine neden olmuştur.
Ancak siyasal-ekonomik konjonktür gereğince söz konusu etkileşimlerde ağırlık yer değiştirebilmiştir. Kimi kez ulusal kimlik Anadolucu bir yönelişle kurgulanırken, kimi kez daha çok İslamcı motiflerin belirtik kılındığı kimlik vurgusu yapılmıştır. Genel planda bakılacak olursa çok partili döneme geçişle birlikte kimlik kurma çabalarının-aranışlarının iki ana eğilim ve bir tarz üzerinden kültür-edebiyat alanına da yansımaları bariz biçimde görülür. Bunlar İslamcı ve Anadolucu eğilim ile “köy romanı” tarzıdır.
Uluslararası konjonktür gereği gerçekleşen “demokratlaşma” süreci “köy romanları” tarzını yaratmış ve böylece 1950’ler ve 60’ların edebiyatına “köy romanı” damgasını vurmuştur. Köy romanına bakıldığında Türk köylüsünden hareketle Türk halkının ortak özünü, ruhunu bulma çabalarının amaç edinildiği görülebilir. Bu durum daha önce işaret edildiği gibi Tanzimat dönemi eserleriyle başlayan Alman romantizminin etkisinden kaynaklanır. Bu etkinin yanısıra J.J.Rousseaucu anlayışında etkisi vardır. Buna göre köylüler uygarlığın yozlaştırıcı etkilerine uğramamış kesimdir ve bu nedenle halkın gerçek öz ruhu ancak köylülere yönelerek halk kültürü araştırmaları yapmakla öğrenilebilir. Ancak köy romanının bu havadan ve amaçtan kafasını kaldırıp soluk alabilmesini sağlayan bir şey vardır. Bu romanlar aynı zamanda devlete ve yönetime karşı duruşları dile getirerek, mücadele içerisinde Türk köylüsünün bütün olarak oluşumunu anlatmaya çalışmıştır.
Örneğin Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’nde (1959) köylülerin ortak özellikleri ağa ve devlet güçleriyle olan mücadelelerinde, birbirleriyle olan ilişki ağları içerisinde, bir oluşum süreci biçiminde ele alınmıştır. Bu yapılırken romantik tonlamalı bir gerçekçilik ağır basmış ve köylülere sempatiyle bakılmıştır. Diğer yandan Yaşar Kemal ve Kemal Tahir gibi romancılarda ise topraksız-yoksul köylülerin merkeze konduğu “halk”a dayanılarak ulus, ulusal bilinç tanımlamasının yapılmaya çalışıldığı gözlenir.
Önceki bölümde değinilen Anadolu dergisi, 1925 yılında ulusçu çizgiyi eleştirerek aşmaya çalışırken, Anadolucu eğilimin tohumlarını atmıştır. Türk kimliğinin köklerini Anadolu topraklarında arayan bu eğilim, 60’lı yıllarda önemli edebiyatçıların eserlerine hakim olmuş ve köy romanıyla hısımlık kurmuştur.
Anadolucu eğilimin ortaya çıkmasında hem 1960 darbesinin, hem de geniş kitlelerde yankısını bulan sol söylemlerin ve duyarlılığın yükselmesinin sağladığı hümanist algının payı inkar edilemez. Bu tür eserlerde tüm etnik unsurların potansiyel halde Türkleşmiş oldukları önsel olarak kabul edilir. Bu nedenle de “Anadolu kimliği” olarak altı doldurulmaya çalışılan ulusal kimlik karşısına “olumsuz” Batı yerleştirilir. Ancak batının olumsuzluğunun ne olduğu, nereden kaynaklandığı sorusunun yanıtı her zaman muğlak bırakılmıştır. Bu yanıt aranırken ilericilik adına en fazla batının sömürgeci tarihine, kültürleri talanına, kendini doğudan üstün görmesine dayalı kendince bir “emperyalist batı” tarifi yapılabilmiştir. Yani esasında bu kez Doğu-Batı ikiliği bir kenara konarak, Doğunun içini Anadolu’yla dolduran Anadolu-Batı ikiliği ele alınmıştır. Özünde kök arayışlarından kaynaklanan bu görüş:

“Homeros ile Heisodos’u Yunus Emre ve Pir Sultan ile uzlaştırmayı öngören bu yaklaşım, halkın üreticiliğini ve yaratıcılığını yücelttiği için, sadece ezilen/sömürülen sınıf ve kesimlerin kültüründe özgünlük ve ilericilik bulan o dönemin solcu söylemiyle de hısımlık kurmaya çalışır.”[15]

Keza bir tür Anadoluculuk yapan yazarlardan Kemal Tahir, Devlet Ana (1967) romanıyla aynı zamanda ATÜT tartışmalarını da romana taşımış ve dönemin solcu söylemleriyle Anadolucu anlayışın hısımlık kurma kanallarından birisini açmıştır. Kemal Tahir hem bu romanında, hem de Yorgun Savaşçı (1965) romanında Doğu’nun Batı’dan temel farkının devlet yapısı olduğunu anlatmaya çalışır. Doğu’nun farklılığının devlet geleneğinin din, dil ayrımı gözetmeksizin 500 yıldır kurumsallaşarak varlığını devam ettirmesi olarak çerçevelendirir. Diğer yandan bu devlet geleneğinin zaman zaman sergilediği despotik uygulamalar ‘ihya edici’ amaçlar doğrultusunda anlamlandırılarak meşrulaştırılır.
Daha önceki yıllarda da varolmakla birlikte 1970-80 yılları arasında İslamcı eğilimin kendini daha belirtik kılmaya başladığı gözlenebilir. Bu bağlamda Copeaux’nin verdiği bilgi oldukça anlamlıdır. Buna göre 1961’de kurulan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün Türk Kültürü isimli aylık yayın organı 1970’den sonra Türk-İslam sentezi ideolojisinin yayılmasında önemli araçlardan biri olmuştur.[16] Türklükten çok İslamcı değerlerin gündeme getirildiği bu tür eserlerin ana karakteri devlete, kemalizme ve rejime karşı yapılan eleştiridir. Hıristiyan Batı karşısında Müslüman Doğu’nun üstün bulunan değerleri övülürken, demokrasi gibi batıdan örnek alınması gereken kimi değerler olduğu da söylenebilmiştir. Bu türün rejim eleştirisi özellikle 12 Eylül sonrası Türk-İslam sentezciliği biçiminde karşımıza çıktığı gibi, “sosyalist-İslam” sentezi biçiminde de ortaya atılmıştır. Bu ikinci tür sentezcilik “muhalifliğin” sentezini kurmayı amaçlarken, “sosyalizmin ve İslamın düşmanı aynı emperyalist Batı”dır söylemini kalkış noktası almıştır. Bu tür sentez aranışlarının sosyalist örgütlenmelerin zayıfladığı ve solun sivil toplum tartışmaları içine gömüldüğü bir dönemde yoğunlaşmış olması yerel ve evrensel ölçekte yaşanan ideolojik-politik değişimler düşünüldüğü zaman oldukça manidar görünmektedir.
Öte yandan konjonktürel olarak değişen oranlarda zararlı olduğuna kanaat getirilen “öteki”nin yelpazesine İslamcı-ulusalcı eğilimiyle tanınan İsmail Hekimoğlu’nun Minyeli Abdullah (1968) romanındaki gibi gayrimüslimlerin yanı sıra sosyalistler de yerleştirilebilmiştir. İslamcı eğilimin edebiyatta daha tanınmış bir diğer ismi olan Tarık Buğra ise Küçük Ağa (1963) romanını İslam temeline dayanan Osmanlı düzenine övgü olarak yazmıştır. Buradaki Salih ve Niko karakterleri arasındaki ilişkide vatan sevgisi ve “öteki” düşmanlığının modern ulusal devlete gidiş yolunda beraberce geliştirildiği görülür.
Sonuç öncesinde bu bölüm için de bir toparlama yapmak yerinde olacak. Çok partili dönemin başlamasından yakın zamana kadar romanlarda kimlik sorunu belirtik sorunlardan biri olmaya devam etmiştir. 1970’lere gelene kadar kimlik sorunu romanlarda iki ana koldan dile getirilmeye, aşılmaya çalışılmıştır. Bunlardan birisi Ulusçuluk iken, diğeri Anadolucu koldur. Özetle, iki kol arasındaki farklılık ve benzerlik:

“Ulusçu projede uzlaşma olanaksız bir çözüm olarak ele alınırken;… Anadolucu meşruiyet projesinin önerisi (ve yorumu) farklıdır. Türk devletinin meşruiyeti bir askeri zafer üzerine ya da karşı tarafı yok etme üzerinde bina edilmez. Bu devlet ‘ortak’ bir devlettir ve ‘karşı tarafın rızasıyla, gönüllü isteğiyle kurulmalıdır.”[17]
Ulusçuluk ya da Anadoluculuk olsun her ikisi de meşruiyet kurma ve pekiştirme amacıyla bir kimlik inşası-arayışı içindedir. Öte yandan İslamcı-“Osmanlıcı” eğilim, romanda özellikle 1960’ların sonlarından itibaren “öteki”leştirme üzerinden kimlik inşasının ana üreticisi ve taşıyıcılarından birisi olmaya tekrar aday olmuş ve nitekim 12 Eylül sonrasında Türk-İslam sentezi aranışlarıyla bu misyonunu yerine getirmiştir. Böylece artık bu eğilimin işaret ettiği gibi “öteki” olarak sol-sosyalist görüşler, yaşam tarzı, bireyler, halklar tanımlanmıştır.

Sonuç
Batı’da romanın bir edebiyat alanı uğraşısı olarak ortaya çıktığı koşullara ve zamana bakarak Türk romanının daha ortaya çıkışında kimi handikapları, gerilikleri beraberinde yaşattığını söyleyebiliriz. Bundan kesinlikle evrensel düzeyde edebi nitelikler ölçüsü kastedilmemektedir. Anlatılmak istenen şudur:Roman Batı’da ortaya çıkarken aristokrasi tarafından burjuvazinin yarattığı ve “halka” ait olan bir “popüler sanat”, iletişim aracı olarak değerlendirilmiş ve dışlanmıştır. Siyasal iktidarı alınmasıyla Batı ülkelerinde roman kültürel alanın üzerinde egemenlik mücadelesi verilen bir parçası olmuş ve 20.yy’ın ikinci yarısına kadar bu özelliğini korumuştur.
Oysa genç modernleşme süreçleri yaşayan ulus-devletlerde romanın gelişimi böyle yaşanmamıştır. Bu bağlamda Türk romanı Osmanlı’da Tanzimatla başlayan batılılaşma çabalarının doğurduğu sonuçların eleştirisinin yansıdığı bir kültür alanı olarak şekillenmiş, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte daha öncesinden içine düşülen kimlik sıkışmasının aşılarak, yeni bir kimlik aranışının-inşasının yansıdığı ve üretildiği ana araçlardan birisi olmuştur. Bu nitelik Cumhuriyet döneminin başlamasından sonra da uzun zaman başat olarak korunmuş ve roman, üzerinde egemenlik mücadelesi verilecek bir zemin haline gelmemiştir. Böyle bir zeminin oluşması toplumdaki üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin belirli bir olgunluğa erişmesiyle sağlanabilmiştir. Ancak bu demek değildir ki bu zamana kadar sömürülen sınıfın yaşantısını, tepkilerini, “kültürünü” ve “kimliğini” romanlarda dile getirme çabaları hiç olmamıştır. En başta Orhan Kemal ve Sabahattin Ali’nin eserlerinde bu çabayı görmek mümkündür. Bu tür çabalar ancak ‘60’lardan sonra Türkiye’de sınıf mücadelesindeki hareketlenmeyle birlikte daha geniş bir kitleyle buluşmuştur. Böylece,

“...ilk kez işçiler, yoksul insanlar küçük zararsız, restore edici hayıflanmalar, kınamalar biçiminde değil, isyan yaratacak, başkaldırı yaptıracak, güçlü gerçekçi bir anlatımla ortaya”[18] çıkmıştır.

Türk romanı üzerinde oluşturulan kimlik kurma çabasında Kurtuluş Savaşı yıllarıyla birlikte ulusal kimlik kurma tonu artarak ağırlık kazanmıştır. Bu işlev bundan sonra da uzun zaman egemen siyasetin ihtiyaçlarına göre şekil almıştır. Bu nedenle yaratılan “biz” daha çok siyasal meşruiyet arayışı ile bağlantılı olmuştur. Oysa kimlik olgusunda “biz”, “kültür söylemiyle” doldurulmalıdır.[19] Batı’da bu tür bir kurgu varken bizim gibi coğrafyalarda kurgu, roman karakterlerine olumluluk ve olumsuzluk yüklenerek yapılmak istenmiştir.
Tüm bunlardan hareketle şunlar söylenebilir: Toplumsal iktidarın siyasal iktidarı öncelediği Batı’da ulusal bilinç, ulusal değerler, ulusal kültür, ulusal kimlik siyasal iktidarın alınmasıyla birlikte egemen ideoloji tarafından hızla fethedilerek yeniden üretilen motiflerdir. Oysa ilkin siyasal iktidarın alındığı burjuva devrimi örneklerinde geç uluslaşma sancısı, moderni ulaşılmak istenen hedef olarak alan, ilerlemeci, kalkınmacı paradigmalara olanak tanımıştır. Bu durumda söz konusu motifler “uzunca bir süre” baştan aşağıya inşa edilmek zorunda kalmıştır. Bu süreçler hep bir ileriyi yakalama güdüsü ve siyasal-tarihsel sıkışmalar, gerilimler, salınımlar üzerinden şekillenmiştir. İleriyi yakalama güdüsü bir yanda Batı’yı örnek alırken, bir yandan da Batının sınıfsal-siyasal deneyimlerinden dersler çıkararak ulus kimliğini, bilincini, ruhunu yaratma omurgası değişmemek üzere konjonktürel olarak kimi eğilim farklılıkları gösterebilmiştir. Bu nedenle işçi sınıfı çıkarları için bu motiflerden medet ummanın da fazla bir kıymeti harbiyesi olacağı sanılmamalıdır.
Son bir söz… Kitle iletişim araçlarının devasa bir gelişkinlik gösterdiği günümüzde romanın kimlik kurma ya da yeniden üretme açısından erişim sınırlılığı bizde de azalmakla birlikte, roman, postmodern söylem üzerinden birey, ideoloji, kültür ve kimlik bütünlüğünün parçalanarak kimliksizliğin kimliğinin yaratılmasına olanak sağlamaktadır.
Örnekler mi, elbette, “pamuk” gibi akça pakça, hafif uçuşkan burnunuza değdi miydi iç gıcıklayan…


Gelenek 81
Haziran 2004


İncelenen Romanlar
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962), İstanbul:Dergah, 1987.
Ahmet Mithat, Felatun Bey ile Rakım Efendi, İstanbul: Yurttaş, (tarihsiz).
Fakir Baykurt, Yılanların Öcü, İstanbul: Remzi, 1959.
Halide Edip Adıvar, Ateşten Gömlek, (1922), İstanbul: Atlas, 1990.
Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal, (1935), İstanbul: Atlas, 1989.
İsmail Hekimoğlu, Minyeli Abdullah, (1968), İstanbul: Timaş, 1991.
Kemal Tahir, Devlet Ana, (1967), İstanbul: Tekin, 1993.
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, (1965), İstanbul: Tekin, 1993.
Peyami Sefa, Fatih-Harbiye (1931), İstanbul:Ötüken, 1972.
Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası, İstanbul: Kanaat, 1979.
Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu (1922), İstanbul:İnkılap,27.baskı, (tarihsiz).
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf (1937), İstanbul: Cem, 1980.
[1] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, (çev. İskender Savaşır), s.22, İstanbul: Metis Yayınları, 1995.
[2] B. Çukurova ve M. Yüksel, “Öteki Üzerinden Kurulan Bir Kimlik Olarak Milliyetçilik”. Tarih ve Milliyetçilik -1.Ulusal Tarih Kongresi Bildirileri-, s.1, Mersin: Mersin Üniversitesi Yay., 1997.
[3]Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, (çev. A.Berktay), s.201, İstanbul:Tarih Vakfı Yurt Yay., 2000.
[4] Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, s.306, Ankara:İmge Yay., 2002.
[5] Hayati Baki, Tanzimat Edebiyatında Roman ve İnsan, s.51, Ankara:Promete Yay., 1993.
[6] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, s.19, İstanbul:İletişim Yay., 1999.
[7] Etienne Copeaux, a.g.e., s.16-17.
[8] Berna Moran, a.g.e., s.38, 67.
[9] Bu dönemde romanlardaki kadın tiplerinin bir sınıflandırması için bkz. Hayati Baki, a.g.e.
[10] Etienne Copeaux, a.g.e., s.25
[11] Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı II, İstanbul: Broy, 1987.
[12] akt. Etienne Copeaux, a.g.e., s.262
[13] akt. Taner Timur, a.g.e., s.70
[14] Bunlardan ilkine R.Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nda (1922), ikincisine Y.Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ında (1922) ve üçüncüsüne Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unda (1937) rastlanabilir.
[15] Ahmet Oktay, a.g.e., s.227
[16] Etienne Copeaux, a.g.e., s.55
[17] Herkül Millas, Türk Romanı ve “Öteki”: Ulusal Kimlikte Yunan İmajı, s.151, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yay., 2002.
[18] Tufan Ünlüeser, “Orhan Kemal ve Romanları Üzerine”, Sosyalist Politika 23, Aralık 99, s. 73.
[19] Herkül Millas, a.g.e., s.345.

Bir Çirkin Adam (1969)

Bino azılı bir kiralık katildir. Pavyonlardan haraç toplayan Hayati Hamzaoğlu'nu öldürtmek için pavyon sahipleri Bino'yu tutarlar. Bino kurbanının kilosu başına fiyat verir. Bunu duyan Hayati Bino'ya ulaşır ve verdiği fiyatın iki katı kadar para ödemeyi teklif eder. Bino kabul eder... Hayati birini öldürtmek için Bino'yu çağırır ve iyi para verir. Bino adamı öldürür fakat bugüne kadar öldürdüğü adamlara acımayan Bino'yu bir pişmanlık sarar; ilk defa birini öldürdüğüne üzülmektedir... Çok geçmeden bu öldürdüğü kişinin öz babası olduğunu anlayacak ve intikam saati çalmaya başlayacaktır...

Filmin Künyesi:

Bir Çirkin Adam
Yönetmen
Yılmaz Güney
Yapımcı
Yılmaz Güney
Senaryo yazarı
Yılmaz Güney
Oyuncular
Yılmaz GüneyNihat Ziyalan Feri Cansel Süleyman Turan Hayati Hamzaoğlu
Görüntü yönetmeni
Gani Turanlı
Yapım yılı, ülkesi
1969 Türkiye
Yapım şirketi
Güney Film
Dil
Türkçe
Cins
Sinema filmi
Tür
Macera, Polisiye, Dram
Renk
Siyah beyaz
Gösterim tarihi
1969

20 Haziran 2008 Cuma

Olağan Şüpheliler

Bryan Singer’in yönettiği ve senaryosunu Christopher McQuarrie’nin yazdığı ve 1995 yılında sinema salonlarımızda da gösterilen “Olağan Şüpheliler”; beklediğinden çok kısa sürede kült statüsüne erişti ve büyük bir hayran kitlesi edindi.
Halen çok sayıda fanatiği bulunan filmin bu başarıyı, içinde barındırdığı tuhaf karakterlere ve de zeki kurgulanmış diyaloglara borçlu olduğunu söylesek abartmamış oluruz.
Mr. Fenster (Benicio Del Toro), Kobayashi (Pete Postlethwaite) ve de Keyser Soze sizi de ilk izlediğinizde hemen etkisi altına alacak ve kolay kolay unutamayacağınız repliklerin altına imza atacaklar.
Filmin hemen açılış sekansında meşhur Kayser Soze karakteriyle ve de acımasızlığıyla tanışıyoruz. Soze, yanmakta olan bir gemide yerde yatan bay Keaton’a (Gabriel Bryne) silahını doğrultur ve onu gözünü kırpmadan öldürür.
Bunun hemen ardından film, hemen bu olayın ertesine gider ve olayla bağlantılı beş şüphelinin göz altına alındığını izleriz. Bu beş kişinin sorgulanmasıyla anlatılanlar sırasıyla gösterilir.
Film en çok Verbal Kint’in (Kevin Spacey) anlattıkları etrafında şekillenir ve geri dönüşler sayesinde biz de olayların arkasında yatan gizeme tanık olmakla kalırız.
Burada “Verbal” adının kullanılması da boşuna değildir çünkü kelimenin İngilizce karşılığı “sözlü” anlamına gelmektedir. Filmin temelinde de sözcüklerin ve kelime oyunlarının yattığının farkına vardığımızda da bu ismin kullanılmasının tesadüf olmadığını anlarız.
Verbal sakat ve de zeka geriliğinden mustarip olduğunu ileri sürerek olaydan paçayı kurtarmaya çalışsa da olayla mutlak bağlantısı olduğundan şüphe duymayan ajan Kujan (Chazz Palminteri) onu özel bir sorguya tabi tutar.
Kint’e göre sır perdesinin ardında yatan kişi Keyser Soze’den başka birisi değildir. Filmin sonuna kadar izlediğimiz sahnelerin her biri Verbal’in ağzından dökülen sözlerle ve deadeta Kayser’in ne denli tehlikeli ve korkunç bir adam olduğunun efsanesi etrafında döner.
Bir sahnede Verbal onu kısaca şöyle tanımlamaktadır: “Keaton bana bir keresinde Tanrıya inanmıyorum ama ondan korkuyorum demişti. Ben ise Tanrıya inanıyorum ama Keyser Soze’den korkuyorum”..
Bu efsanevi adamın yüzünü filmin hiçbir karesinde görmemize rağmen bu kadar nüfuzlu olmasının sebebi ise hiç kuşkusuz Verbal Kint’in ve dolayısıyla senaryonun işi oluyor.
Kint’in anılarını dinleyerek sonunda bizler de dahil olmak üzere herkes için, Keyser’in adının telaffuz edilmesi bile korku saçmaya yetiyor ve artıyor bile.
Filmin sonunda ise Verbal Kint anlattıkları ile o kadar etkili oluyor ki serbest kalıyor ve film boyunca maruz kaldığınız beyin jimnastiği çözüme ulaşıyor.
İşte tam da o anda kelimelerin ne denli güçlü olduğunu kavrıyorsunuz ve filmin sinemasal dilinin ne kadar sağlam olduğunu fark ediyorsunuz.
Ve kapanış sekansından sonra kulaklarınızda hala Verbal Kint’in ajan Kujan’a söylediği söz yankılanıyor ki adeta filmin özetini yapar nitelikte:
“Şeytanın insanoğluna yaptığı en büyük hile, onu kendisinin var olmadığına inandırmaktı.”